25 Nisan 2009 Cumartesi

Rahat Yaşamak için Faize Hücum

Bir filmi sevmek; insanın onda kendine ait bir şeyler bulmasıyla, filmi kendi yaşam evreniyle özdeşleştirmesiyle mümkündür ancak. Bu, bir filmin bütün ayrıntılarını öz yaşamımıza entegre etmek yoluyla sağlanacak bir özdeşleştirme değildir ama. Daha çok bazı diyaloglardan, kimi oyuncuların frapan tarzlarından ya da zavallılığından, çaresizliğinden etkilenmekle sağlanabilecek bir özdeşim de olabilir. Zeki Ökten’in 1982 yapımı dram türü filmi Faize Hücum da salt bu nedenlerden ötürü sevilecek sıcak bir film… Hem bize oldukça yakın hem bize uzak… Belki orta sınıfın dramını göstermek kaygısıyla yola çıkmış bir film değil ama dolaylı da olsa orta sınıfı merkeze alan bir film. Sanırım, bir filmi izleyici için önemli kılan da filmin izleyici üzerinde bıraktığı etkiden çok “düşündürücü” kimi yönlerinin olmasıdır. Neydi filmin düşündürücü yönleri, ya da filmi unutulmaz kılan?

Rahata ermek ya da rahat etmek hemen her insanın aklından geçen bir istek, bazen bu istek depreşiverir de olmadık işler açar başımıza. Kimi şans oyunları ile talih kuşunu yakalamaya çalışır kimi yaptığı/yapacağı işlere daha fazla zaman ayırarak yapmaya çalışır bunu. Her iki durumda da ıskaladığımız, yaşamayı unuttuğumuz güzellikler durur kârşımızda.

Aslında; rahata ermek, yıllarca çalıştıktan, 8-5 mesai yaptıktan sonra devlet memuru olan yurttaşımızın en temel hakkıdır. İşte; emekli olmuş, ikramiyesini almış, rahat yüzü görmek isteyen memurumuzun öyküsünü anlatıyor tam da bu film.  Yani, çok fazla bir şey istememektedir hayattan emekli memur Kamil Bey. Belki, toplu aldığı para ile –emekli ikramiyesi- küçük bir kâr sağlayabileceği bir iş yapabilirse ne alâ… Yoksa, emekli maaşı ile iki çocuklu bir aileye bakmak kolay bir iş değildir, hele hele bir de 1980’li yılların zam üstüne zam yapılan demlerindeyseniz…

Bu arada eşi hapse giren büyük kızı da küçük kızının elinden tutup babasının evine gelir, oldu mu aile üç çocuk, bir torun iki kocamış hayat… Darbe sonrası yıllar, her şey ateş pahası… Kamil Bey (Genco Erkal) emekli ikramiyesini, üç aylık maaşını ve sattığı baba yadigarı evden gelen parayı birleştirip o günlerde bir furya olan bankerlere teslim eder, sağda solda sıkça duyduğu, televizyonlarda reklamların eksik olmadığı bu bankerlik kurumu ona pek kârlı bir işmiş gibi gelir. Zaten çevresinden birkaç eş dostun da “iyidir” demesi, bankere verilen paradan gelen faizin çokluğu iştahı kabartmaktadır. Komşularından birinin bankere yatırdığı paradan düzenli olarak faiz gelirini alması, hatta arabasını yenilemesi de onu bankere gitmeye bir nevi “zorunlu” kılar.

Kolay yoldan para kazanmanın adı olmuştur bankerlik… Devlet tarafından yasal hâle getirilmesi insanların güvenerek para yatırmasına da zemin hazırlar.

Filme Faize Hücum adının seçilmesinin gayet normal olduğunu görüyoruz; çünkü insanlarda ciddi bir rağbet vardır bankerlere.

Kamil Bey önce müstakil evinden apartman dairesine geçer. Yaşam tarzını değiştirir; mobilyalar yenilenir, yeni elbiseler almayı da ihmal etmezler. Artık faizden gelecek para vardır ve yarını düşünmeye gerek kalmamıştır. Gerçi bankerlerin kaçtığı haberi kulağına geliyordur, ama o gidip de bankerin kapı gibi durduğunu görünce rahatlar.

Ancak bir sabah bankerlerin kaçtığı haberleri ile sarsılır bütün bir aile. Onca para, onca gelecek ve onca yaşam… Apar topar bankerlik bürosuna gider, bir yığın insan, hepsi çaresiz, hepsi parasını geri alabilmenin telaşında. Sonuçsuz bir bekleyiş, tükenen umutlar. Kamil Beyin yüzündeki müthiş ifade: Donuk, tek hareket yok, yangın enkazı altından çıkârtılmış gibi… İnsanın hüznüne, çaresizliğe tanık oluruz o sahnelerde.

Faize Hücum daha ilk sahnelerinden itibaren sıcak bir öykü anlatacağının izlenimlerini veriyor, ama bu sıcak öykünün drama mani olmadığının da altını çizerek yapıyor bunu. Mesela film sokaklardaki insanlara, duvarlardaki afişlere odaklanarak başlar. Hayatın orta yerinden manzaralarla devam eder: Pazarda zil çalan ve etek giyerek malını satmaya çalışan esnaf, satıcılarla müşteriler arasında geçen kimi diyaloglar, bu pateni pistinden görüntüler, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndaki sıkıntılı bekleyiş, iş için müracaat eden tuhaf kadın… Bazen gerçeği tüm katılığı ile sergilerken ölçüyü tutturamayıp sunduğu “memleketimden insan manzaraları”nın çok üstünde, hatta tepesinde durduğunu söyler gibi olsa da tüm bu insanlar yakındır bize. Yaşamın kılcallarında onlar vardır çünkü.

Zeki Ökten bir bakıma 1980’li yıllarda bir fırtına olup parası olan insanları sarsan, dağıtan bu bankerlik olayını eleştirmeni yollarını aramış, ama Kamil Beyin batan parasının ardından onun da yok oluş sürecine girdiği gibi bir çıkârsama bulunması pek de mutlu etmiyor izleyiciyi. Tamam, izleyicinin mutlu olması için değildir filmler; ama bunalıma girmek, hayattan kopup katatonik yaşama saplanmak da kabul edilir değildir. Nasıl olsa emekli maaşını almaya devam edecektir, büyük kızı bir işte çalışmaya başlamıştır ve elbetteki hayat devam ediyordur. Düştüğü yerden kalkacak bir Kamil Bey bırakmalıydı geriye Ökten.

Bankerlik bürosuna hücum eden insanlar batan paralarını geri alamaz; ama ne kurtarsak kârdır hesabı kimi telefon, kimi komidin, kimi sandalyeyi kapar gider. Kamil Bey mi? Büronun kapılarından birini sökmüştür, kaldırımda, kalabalık arasında sırtında bir kapı ile evin yolunu tutmuştur. İçiniz burkulur bu duruma…

Çalışmak gibisi, alnının teri, bileğinin hakkı gibisi var mı, dese onu tanıyan biri… Ne der acaba Kamil Bey?

Yılmaz Yılmaz
yilmazadana@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder