11 Mayıs 2009 Pazartesi

Türk sinema tarihinin en cesur denemelerinden biri

'Yeni Türk Sineması' hareketinin önde gelen temsilcilerinden Derviş Zaim, filmografisinin altıncı durağı 'Nokta'da yaklaşık 80 dakikalık karmaşık bir öyküyü 'tek plan'da anlattığı zorlu bir görsel deneye girişirken, ulusal sinemamızın tarihindeki biçimsel arayışlara da Metin Erksan'dan bu yana en çarpıcı katkıyı yapıyor.

NOKTATürk sinema tarihinin en cesur denemelerinden biri

Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, Türkiye yapımı
Türü ve Süresi: Drama / 78 Dakika
Yönetmen: Derviş Zaim
Senarist: Derviş Zaim
Görüntü Yönetmeni: Ercan Yılmaz
Özgün Müzik Bestecisi: Mazlum Çimen
Sanat Yönetmeni: Natali Yeres
Oyuncular: Mehmet Ali Nuroğlu (Ahmet), Serhat Kılıç, Settar Tanrıöğen, Şener Kökkaya, Mustafa Uzunyılmaz, Nadi Güler, Numan Acar, Bayazıt Gülercan, Begüm Birgören, Cem Aksakal ve Hikmet Karagöz
Yapımcı Şirketler: Maraton Film-Sarmaşık Sanatlar ortaklığında
Dağıtıcı Şirket: Tiglon Film
İçerik Uyarıları: İçerdiği şiddet sahnelerinden dolayı, 13 yaşın altındaki izleyiciler için uygun değildir.
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı: www.dotthemovie.net
Yıldız Puanı: * * * ½

Ahmet, yakın bir arkadaşının ön ayak olmasıyla, tarihî değeri yüksek, el yazması bir Kur'an-ı Kerim'in çalınması olayına bulaşır. Ancak, ardarda bir dizi insanın ölümüne yol açan bu sevimsiz olay, kahramanımızı da kısa sürede hiç istemediği bir noktaya doğru sürükleyecektir.

Türk sineması, 90 küsur yıllık tarihine panoramik bir biçimde bakıldığında, genel çoraklığın ortasında birer ayrıksı otu gibi duran bir kaç cesur deneme haricinde, hem biçim hem de içerik itibarıyla, “ana akım sinema”da daha önce denenmiş her ne var ise onların vasat birer tekrarından ibaret olageldi. Özgün öykü anlatıcılığı itibarıyla küresel sinemadaki ortak mirasın üzerine şimdiye kadar pek az yeni değer ekleyebildiğimiz gibi, sıra “biçim”e geldiğinde kreatif alandaki bu verimsizliğimizin daha da iç karartıcı boyutlara ulaştığını görmekteyiz.

“Türk usûlü sinemasal çılgınlıklar” üretmedeki malûm kısırlığımızın en temel nedeni ise bir “insanî hal”in görsel tasvirine hiç de yatkın olmayan, bunu daha ziyade hikmetli sözler eşliğinde yapmaya meyyal kültürel ve dinsel köklerimiz… Vaktiyle resim sanatındaki uzun süreli yokluğumuz bizleri başka başka alanlarda, sözgelimi “mimari”de, “şiir”de ve “hat”ta güçlü kılmıştı. Hayatı resmetmeye yönelik ihtiyaç karşı konulamaz bir noktaya ulaştığında ise bu konuda oluşan devâsâ açık, onun perspektif duygusundan arındırılmış yepyeni ve ilginç bir formu konumundaki “minyatür” ile telafi edilmeye çalışılacaktı. Fakat, kendi içlerinde büyük başarı düzeylerine eriştiğimiz bütün bu alternatif sanat formları, resim ve onun çağdaş bir türevi olan sinemadaki zayıflığımızı ise örtbas etmeye yetemedi ne yazık ki…

'ERKSAN SİNEMASI'YLA BAŞLAYAN YENİLİKÇİ ARAYIŞLAR

Sözün burasında, sinemasal sezgi ve vizyonuyla bu topraklardaki ortalamanın çok ötesine geçip evrensel bir sanat adamına dönüşmüş bulunan sevgili Metin Erksan'ı bambaşka bir konuma oturtmak gerekiyor. Daha 1960'ların başlarındaki erken dönem filmlerinde bile hem biçim hem de içeriğe dönük arayışlarının ilk önemli ipuçlarını vermeye başlayan sanatçı, 1965 yapımı “Sevmek Zamanı”nda, o dönem için -bırakın Türkiye'yi- dünya sineması için bile zorlayıcı olabilecek bir görsel deneye imza atıyordu.

Erksan'ın hemen her filminde şu ya da bu oranda kendisini hissettiren yenilikçi tavrı, 1976 yılında, dünya sinema tarihine geçecek müthiş bir gösteriye kadar uzanıyor ve sanatçı o yıl “Kadın Hamlet” adlı yapıtıyla uluslararası festivallerde ayakta alkışlanıyordu. William Shakespeare'in ölümsüz kahramanı Prens Hamlet'i hem kadın, hem Türk, hem de çağımızda yaşayan birine dönüştüren bu eşsiz film için Amerikalı senarist ve sinema yazarı Lester Cole, ünlü Variety dergisinde, “1978 Los Angeles Film Festivali'ne katılan en güzel, en özgün, en anlamlı ve en sıra dışı film Türkiye'den geldi. Erksan, benzersiz bir denemeye imza atmış” diye yazmıştı. Ki aynı film bir yıl öncesinde katıldığı Moskova Film Festivali'nde de benzer tepkilerle karşılanacak ve büyük ödülü kıl payı kaçıracaktı.

Hafızamı dibine kadar zorladığımda, belli ölçüde Lütfi Akad, olgunluk dönemindeki bir kaç yapıtında Yılmaz Güney, belki tek bir anlatısıyla (“Otobüs”) Tunç Okan, günümüzde de Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve Zeki Demirkubuz üçlüsünün son dönem çalışmaları haricinde, sinemanın anlatı geleneklerini zorlamak adına başkaca ciddi bir cesaret gösterisi hatırlayamıyorum Yeşilçam'dan…

Hâl böyleyken, 1996 yapımı ilk filmi “Tabutta Rövaşata”dan bu yana alttan alta benzer bir arayışın izini sürdüğünü hissettiğim ve o tarihten bu yana da sinemasını dikkatle takip ettiğim Derviş Zaim, geçen yıl çektiği son filmi “Nokta” ile, Erksan'ın 1960'lardaki devrimci çıkışlarından bu yana sinemamızdaki biçimsel arayışlara en radikal katkıyı yapmış buluyor.

TEK PLANDA BU GİBİ AKIP GİDEN BİR ÖYKÜ

“Nokta”nın suç ve ceza ekseni üzerinde ilerleyen senaryosu, Anadolu topraklarında köklü bir geleneğe sahip geleneksel sanat formlarından biri konumundaki “Osmanlı hat sanatı”nı, çağdaş bir cinayet öyküsünün içine son derece başarılı ve etkileyici biçimde dahil etmekte… Hat sanatının bu filmin biçim ve içerik arayışına en önemli etkisi ise tıpkı hattatların kamışı aldıklarında cümleyi bitirmeden ellerini kâğıt üzerinden kaldırmamaları gibi, bu öykünün de tek bir plandan oluşması…

İşlediği bir suç ve onun yol açtığı zincirleme trajediler nedeniyle derin bir azap içinde kıvranan genç bir adamın öyküsünün 78 dakikalık kesintisiz, ancak içi sürekli hareket halindeki bir kadrajdan anlatıldığı “Nokta”, bu karmaşık öyküye arka fon olarak da Tuz Gölü'nün uçsuz bucaksız, bembeyaz ıssızlığını kullanıyor. Daha önce yalnızca iki sinemacı, 1948'de İngiliz gerilim ustası Alfred Hitchock'un “Urgan” (Rope), 2002'de de Rus yönetmen Alexander Sokurov'un “Rus Hazine Sandığı” (Russkiy Kovcheg) adlı yapıtlarında denemeye cesaret ettikleri bu “tek planda anlatım” tekniği şimdi bir kez de bir Türk sinemacısı eliyle uygulanma fırsatı buluyor ve bana kalırsa görsel sonuçları itibarıyla ilk ikisini, özellikle de ikincisini çok aşan bir yetkinliğe ulaşıyor.

Öte yandan, “Nokta”nın “suç ve ceza”, “görev ve sorumluluk”, “kötülüğün yayılmacı tabiatı”, “çağdaş anlatılarda gelenekten yararlanma” gibi birbirinden önemli konu başlıkları üzerinde izleyicisine entelektüel egzersizler yaptırırken, sinemanın kitleleri eğlendirme yönündeki temel misyonunu es geçmediğini de altını çizerek belirtmek gerek... Perdede yaklaşık bir buçuk saat boyunca izlediğiniz öykü, (sözgelimi, Sokurov'un 2002 tarihli benzer denemesinde olduğu gibi) “rafine bir sinema sevgisi adına katlanılmak zorunda kalınan tek planlık bir ısdırap” değil kesinlikle. Aksine, Zaim bizlere -kurgu sanatına meydan okuduğu- bu iddialı kurmacanın içinde son derece akıcı, diri ve sürükleyici bir sinemasal gösteri sunmayı da ihmal etmiyor. Hattâ, bir süre sonra tek planlık bir öykü izlediğinizi unutuyor, perdedeki entrikaya kendinizi bütün bütün kaptırıyorsunuz.

“Nokta”, sahip olduğu yerel kültürel değerleri evrensel değerlere ulaşmada son derece akılcı bir biçimde kullanan, Türk aydınının Tanzimat'tan beri çözümlemede eksik kaldığı bu hayatî mesele üzerine yıllardır çok ciddi kafa yorduğunu bildiğimiz saygın bir sinemacının imzasını taşıyan yüz akı bir yönetmenlik performansı; hem biçimsel özellikleri, hem de içeriğindeki özgün unsurlarla çağdaş bir başyapıt…

Sinemaya tutkuyla bağlı olanlar, sinema eğitimi görenler ve gelecekte sinema yapmayı düşleyenler başta olmak üzere, yedinci sanata şu ya da bu biçimde abayı yakmış herkes mutlaka izlemeli…

* * *
DERVİŞ ZAİM FİLMOGRAFİSİ

1996- Tabutta Rövaşata
2000- Filler ve Çimen
2003- Çamur
2004- Paralel Yolculuklar (Belgesel)
2006- Cenneti Beklerken
2008- Nokta

 * * *

'Tek plandan oluşan, son derece heyecanlı bir film yaptım'


DERVİŞ ZAİM VE ALİ MURAT GÜVEN
Yeni Şafak sinema editörü Ali Murat Güven, yönetmen Derviş Zaim ile hem yurt içi ve dışında bir kez daha hayranlıkla karşılanan son filmi “Nokta”, hem de sanatçının 1990'ların ortalarından bu yana izini sürdüğü özgün sinema anlayışı üzerine geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Güven'in bu söyleşisini gelecek haftaki Yeni Şafak Cumartesi Eki'nde ve ardından da Yeni Şafak sinema sayfasının internet edisyonunda okuyabilirsiniz.

10.05.2009

ALİ MURAT GÜVEN
alimuratg@yahoo.com Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
Yeni Şafak

İran sineması'nın sinir uçları

Rejiminin katılığı ve dünyanın 'antidemokrat' tavrı sebebiyle kendi sınırlarına kapanmak zorunda kalan bir toplumun, sınırları zorlayan sanat bedeninin 'sinir uçları'dır 'sınır' kavramı.  Dünyadan kopmak durumunda kalınan sınırlar, aynı zamanda dünyanın hissedileceği sinirlerdir.  Bize 'uzak' olan rejimi sebebiyle aramızda uzunca bir sınır olduğunu varsaydığımız İran...

"Türkiye, İran olur mu" sorusu ile uzun süre oyalanan ülkemizde yeterince ve doğru tanımamıza hiçbir zaman müsaade edilmeyen İran, devrim öncesi ABD'nin ve Batı'nın 'sağlam müttefiği' olan Şah yönetiminde dünya ile 'barışık' Pers topraklarıdır. Devrimden sonra ise birden 'Şer Üçgeni'ne (Kuzey Kore, Küba, İran) dahil olur.  Dünyaya Batı'dan baktığınız müddetçe okuyabileceğiniz yegâne anlam bu olacaktır. Bu durumda siz 'sınır'ın Batı tarafındasınızdır. Doğu'ya da ister istemez karşıdan bakıyorsunuzdur.  Sinir uçlarınız yıpranır.

Vicdanınız rahat bırakmaz kesinlikle yakanızı. Merhamet sahibisinizdir, çünkü bu 'geri kalmış Doğu toprakları'nın en kadim yetisidir mevzubahis olan...  Genlerinizde olan 'Oryantal'lik sebebiyle özünüze oryantalist bakamazsınız. Vicdanınızdan taşan isyan bir gün koyuverir 'araf'a bakışınızı.

Artık, en azından yanlış yerden bakmıyorsunuzdur. Türkiye gibi bir yer. Ne Batı, ne Doğu? Aslında Doğu'nun kendisi, ama Batı özentisi.   Sınırda olmak böyle bir şey işte.

İran Sineması'nda da bu sinir harbinin yansımasını görürsünüz. Hemen her filmde sınırlar içerisinde veya arkasında, hatta tam ortasında kalırsınız. Bilginin güç olduğu, kavramlarla inşa edilen bir çağda yaşadığınızı aklınıza getirir İran Sineması. Türkiye şartlarında size dayatılanı bir daha düşünmenizi sağlar. Kendi rejimine de eleştiriler yöneltir elbet. Zati, evrensel dille ele alınan kavramlar yerel unsurların dilinden sorgulanır.

Cennetin sınırı: Bir çift ayakkabı

Mecid Mecidi'nin 'Cennetin Çocukları' filmi bir yarış senaryosudur. Yarış sonu, varış noktası. Çocukların, ebeveynlerin ulaşamayacağı uzaklıktaki hassas algıları...  Tahran'ın varoşlarındaki bir caminin çay ocağında boğaz tokluğuna çalışan babası, bel fıtığından mustarip annesi ve kız kardeşi Zehra ile birlikte 'hayat mücadelesi' veren 9 yaşındaki Ali'nin, 'cennetin çocuğu' olmayı hak etmek için olduğu gibi yaşaması yeter. Ancak alın yazısında bir yarış vardır. Yani aşması gereken sınırlar...  Kız kardeşinin sahip olduğu tek ayakkabısını tamire götürmek üzere evden çıkan Ali, pazar yerindeki ayakkabıların içinde bulunduğu naylon poşeti kaybeder. Kardeşinin giyeceği başka ayakkabı yoktur. Daha da kötüsü, Ali durumu babasına açamaz. Zira dayak yemesi kaçınılmazdır. İki küçük yürek bu durumda ne yapar dersiniz...

Hayal dünyanızın 'sınır'larını zorlamayın boşuna. Bir çift ayakkabının imece usûlü kullanılabileceğini akla getirebilmek kolay değildir. Bunun için 'cennetin çocuğu' olmak gerekir.  Okulunda sabahçı olan küçük kız ile öğlenci olan ağabeyi, Ali'ye ait eski spor ayakkabıyı gün içinde 'değiş-tokuş' yaparak kullanırlar. Ayakkabı beğenemeyen bir neslin mensubu olarak saçma gelebilir size. Ama aynen satıra döktüğümüz gibi bir koşuşturma yaşayarak ortaklaşa giyerler ayyakabıyı.

Bu geçici çözüm için sınırlar daha fazla zorlanamayacak duruma gelince ise, bir fırsat doğar. Öğrenciler arasında düzenlenecek bir yarışta üçüncüye verilen hediye, ayakkabıdır. Ali bu yarışa katılır. Ancak üçüncü gelemez, ipi en önde göğüsler. Bir şampiyon olarak üzüntüden ağlar...  Nasıl bir sınırı temsil eder bu yarışın bitiş noktası?   Sabrın ve azmin semeresi olan kazanmayla, fazlasıyla sahip olmanın verdiği taşkın hüznün sınırı...

'Cennetin Çocukları' filminin son sahnesinde Ali eve gelip perişan olan ayaklarını bahçedeki havuzun içine sokar. Havuzdaki balıklar ayaklarının çevresine gelerek dönmeye başlarlar.  "Verilen mücadele sonucunda manevî yükselişe, kemale eren 'ayaklar'ın çevresinde, balıklar adeta tavaf eder. Bu, Ali'nin verdiği mücadelenin mükâfatıdır." Mecidi böyle anlatır sınırını gerçeğin. Hakikat ile sahtelik, derinlik ile sıradanlık arasındaki sınırdan geçiştir balıkların teveccühü.

Kara Tahta'nın sınırı

Samira Makhmalbaf'ın bol ödüllü filmi Kara Tahta da kendi içinde çok sayıda sınırı barındırıyor.  Sırtındaki kara tahtalarını tokuşturarak birbirlerine şans dileyen 'seyyar öğretmenler'in İran-Irak sınırındaki 'müşteri arama' serüveni...  'Seni seviyorum' ve altında 'tembel bir öğrenci'ye verilmiş bol sıfırlı 'zayıf' notun yazılı olduğu kara tahtanın, 'taze dul' bir kadının sırtında, mehirden doğan hakkı olarak uyruk değiştirmesi ile sonlanan filmin son karesi İran-Irak sınırındadır.

Çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen çocukların sınırdan kaçak ticarete kuryelik yapmaları sırasında, hayatla ölüm arasındaki ince sınırın kurşun yüküne düşmeleri...

Çocukların hayatı sınır boyundaki askerlerin ateş açması ile son bulur.

Diğer bir seyyar öğretmen ise yine İran-Irak sınırını aşmaya çalışan Halepçeli bir Kürt kafileye yoldaş olur. Öğretmenlik bir tarafa, kara tahtasını 'amacı dışında' kullanarak ekmek parası kazanmaya çalışır. Yolculuk boyunca önce bir hastaya sedye olan kara tahta, sonrasında ise kafilenin tek kadın üyesiyle evlenebilmesi için mehir olur. Nehir kenarında  nikahları kıyılırken önce namahrem iki insanı ayıran sınır olan kara tahta, aynı gün karı-koca olma anı ile diğer kalabalık arasında bir edep sınırı halinde kalkan olur.

Ve sonuçta Irak sınırını aşan kafilede öğretmen yoktur. Kadın boşanır ve mehir olarak aldığı kara tahtayı sınırdan sırtında geçirir.

Kiyarüstemi'nin sınırları

Abbas Kiyarüstemi'nin 'Arkadaşımın Evi Nerede' filminde iki ayrı köy, geceyle gündüz, sorumlulukla boşvermek, gitmekle kalmak, merhametle engeller arasındaki sınırı konu edilir.

Küçük bir çocuğun komşu köyde oturan arkadaşının evini, arkadaşının kendisinde kalan defterini geri vermek için arayışını anlatan filmde, bireysel yükümlük, vicdan, sadakat ve günlük kahramanlıklar, sembolize edilerek anlatılır. Çok geç saatlere kadar arkadaşının evini arayan küçük çocuk, evi bulamaz. Ancak arkadaşının dersten atılacak olmasının verdiği endişe, ödevi iki defa yapmaya kadar götürür onu. Derse de geç kalır ve son anda, öğretmeni tam arkadaşına geleceği sırada, o sınırda yetişir. Ödülü ise arkadaşından aldığı bir tebessüm ve elbette gönül ferahlığıdır.

Kiyarüstemi'nin bir diğer filmi olan 'Kirazın Tadı'nda ise hayat ile ölümün sınırında son anlarını planlayan ve intiharına bir 'suç ortağı' arayan kahramanımızı izleriz.

Tahran'ın kenar mahallelerinden birinde arabasıyla dolaşarak para karşılığında kendisini öldürecek birini arayan orta yaşlı bir adam 'hayatın değeri'ni anlatır izleyiciye.

Zihindeki tozların sınırı

Bahman Ghobadi'nin "Sarhoş Atlar Zamanı", İran sinemasının en meşhur filmi belki de. Film, birçok İran filminde olduğu gibi çocukların izinde, sınır boylarında kaçakçılık yapan küçük bedenlerin zorlu şartlarda verdiği mücadeleyi anlatır. Özürlü kardeşine ameliyat parası biriktirmek için herşeyi yapan ağabey, filmin sonunda kurşunlardan son anda kurtularak sınırı aşar ve Irak'a geçer. Zira kardeşinin kurtuluşunu sağlayacak katırı ancak orada satabilecektir. Filmin son planında dikenli telleri, kucağında özürlü kardeşi, arkasında katırla geçen kahramınımız, ardında bıraktığı karlı dağlara inat soluk soluğa yoluna devam eder. Özürlü kardeşin 'katır heybesinde' aldığı yol, katırla omuz omuza, boyundan büyük işleri alt eden ağabeyin kucağında biter.

Mayınlı topraklarla çepeçevre sarılı doğal dekorlarda katır sırtında alınan yollar nerye varıyor anlamıyorsunuz. Merak da etmiyorsunuz. Adımlanan topraklardan çıkan toz bulutları çekiyor sizi, İran sinemasının 'nev-i diline münhasır' haline.

Sınırı tozu dumana katarak aşarken, zihninizdeki düşünme yetisinin üzerindeki tozları da yerinden ediyor, her sınır geçişi...

Bisikletle aşılan sınır

Mohsin Makhmalbaf'ın eşi olan Marziyeh Meshkini, feminist mesajlarla dolu olan Bisiklet'te, yasak olmasına rağmen bir kadın grubuyla bisiklet yarışına giren Ahu'un uzaklara gitmeye çalışmasını ve elbette sınırı aşmasını anlatır.

Kocası, babası, akrabaları atlarla peşinden gelir ve onu yolundan döndürmek isterler. Sınırı aşmaması için ikna etmeye çalışırlar. İş o raddeye gelir ki, sınırı aşan kadının cezası, bisiklet üzerinde kocasından boşanmak olur.

Atla bisiklet arasındaki sembolik fark, geçmişle bugün arasındaki sınırı, Ahu ile ailesinin dünyaya bakışındaki sınırı ortaya koyar.

07.05.2009
Abdulhamit Güler
milligazete.com

Oscar'ı o almayacaktı da ben mi alacaktım?

Amerikalı yönetmen Gus Van Sant'ın 30 yıllık sinema serüvenindeki en sıradan filmlerden biri görünümündeki “Milk”, eşcinsel bir politikacının hayatını destansı bir mücadeleye dönüştüren biyografik öyküsüyle, -beklendiği üzere- şimdiye kadar 2'si Oscar olmak üzere toplam 34 ödül kazandı; ayrıca 44 ödüle de aday gösterildi.

MILK / Milk

Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, ABD yapımı
Türü ve Süresi: Politik Drama / 128 Dakika
Yönetmen: Gus Van Sant
Senarist: Dustin Lance Black
Görüntü Yönetmeni: Haris Savides
Özgün Müzik Bestecisi: Danny Elfman
Kurgu Yönetmeni: Elliot Graham
Sanat Yönetmeni: Sebastian Schroder
Oyuncular: Sean Penn (Harvey Milk), Josh Brolin (Dan White), James Franco (Scott Smith), Emile Hirsch (Cleve Jones), Diego Luna (Jack Lira), Alison Pill (Anne Cronenberg), Victor Garber (George Moscone)
İthalatçı Şirket: Medyavizyon Film
Dağıtıcı Şirket: Medyavizyon Film
İçerik Uyarıları: Doğallaştırarak sunduğu eşcinsel ilişkiler, çıplaklık, argo dil ve şiddet sahneleri nedeniyle, 18 yaşından küçük izleyiciler ve bu tür temalardan hoşlanmayanlar için uygun değildir.
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı: www.milkmovie.co.uk
Yıldız Puanı: * *

1970'li yılların başı… New York'ta yaşayan 40 yaşlarındaki eşcinsel borsacı Harvey Milk ve partneri Scott Smith, eşcinsellerin görece daha rahat ettikleri bir kent olan San Fransisco'ya taşınarak, burada “Castro Camera” adında küçük bir fotoğrafçı dükkanı açarlar. Fotoğrafçılıktan çok bir “sivil toplum örgütü” gibi faaliyet gösteren bu dükkan ve kurulu bulunduğu işçi mahallesi, kısa bir süre sonra ülkenin dört tarafından eşcinsellerin akın ettikleri popüler bir buluşma noktasına dönüşür. Temellerini attığı dernek benzeri oluşumun her meslekten kadın ve erkek sempatizanlarla giderek politik bir güç kazanmaya başladığını fark eden Milk, patlamaya hazır durumdaki bu büyük potansiyeli yerel yöneticiliğe giden yolda kullanmak için kolları sıvayacaktır.

Edindiği yeni arkadaş grubunun da desteğiyle politik arenaya hızlı bir dalış yapan eşcinsel aktivist, 1973, 1975 ve 1976'da katıldığı ilk üç seçim yarışında çuvallasa da 1977'deki dördüncü adaylığında büyük bir başarı yakalar ve o tarihte yeni kurulan San Fransisco 5'inci Bölge Meclisi'ne seçilir. Belediye'de göreve başladığında karşısına çıkan en dişli rakiplerden biri ise kendisi gibi yeni seçilmiş, muhafazakâr görüşlü bir politikacı olan Dan White'dır. Birbirinden çok farklı toplumsal kesimleri temsil eden bu iki orta yaşlı adamın ilk dönemlerde “karşılıklı saygı ve tahammül” temelinde ilerleyen ilişkileri, yerel yönetimdeki çıkar çatışmalarının gitgide yoğunlaşmasına paralel olarak sonunda trajik bir dönüm noktasına ulaşacaktır.

ÖDÜL KAZANMANIN İKİ GARANTİLİ FORMÜLÜ

Başta ABD'nin Oscar'ları olmak üzere, batı ülkelerindeki önemli yarışmalar ve film festivallerini uzun süredir istikrarlı bir biçimde takip edenler için, “Milk” gibi orta karar sinemasal anlatıların nasıl olup da ardarda ödüllere boğulduğu üzerine düşünme faslı epeyce gerilerde kaldı. Çünkü, bu sektörü belli bir süre dikkatlice gözlemlemiş olanlar, artık şu şaşmaz gerçeği de çok iyi biliyorlar: Eğer ki “eşcinsellik” ya da “Yahudi soykırımı” üzerine bir film yapmışsanız, ne Oscar'dan ne de dünyanın batı yarımküresindeki diğer prestijli yarışmalardan asla eli boş dönmezsiniz. Öyle ki siz “Ben yalnızca spor olsun diye katılmıştım, o yüzden hiç almayayım” deseniz bile, ellerinize zorla sıkıştırırlar ödülleri… Çünkü, bu kategorideki yapımlar günümüzde artık yalnızca birer “film” olmaktan çıkmış, küresel ölçekte yürütülen iki devâsâ politik mücadelenin de başat propaganda araçlarına dönüşmüş durumda...

Hemen her alanda olduğu gibi sinema sektöründe de köşe başlarını tutmuş olan Yahudi lobisi “Nazi vahşeti”ne ağıt yakan bol ağlak filmleri ödüllendirmeyi; aynı şekilde eşcinsellerin her türlü maddî ve manevî desteği sağladığı diğer bir lobi grubu da kendi cinsel tercihlerini uluslararası kamuoyunun nazarında sıradanlaştırıp olağan bir forma sokan, bu hayat tarzının kitlelerce kolay yenilip yutulmasını sağlayan yapımları yüceltmeyi “stratejik bir görev” olarak kabul ediyorlar.

Yahudi propagandalarına hizmet eden İkinci Dünya Savaşı temalı filmlerin bol keseden pohpohlanıp ödüllendirilmesi geleneği görece daha eski tarihlere uzanmakla birlikte, eşcinselliğin kitlelere kanıksatılması yönündeki sinemasal çabaların ise özellikle 1970'lerin ortalarından itibaren ciddi bir ivme kazandığını görmekteyiz.

Hâl böyleyken, Amerikalı eşcinsel aktivist ve politikacı Harvey Milk'in hayatının son 8 yılını ele alan Gus Van Sant imzalı “Milk”in, şimdiye dek katıldığı yarışmalarda nal toplamasını beklemek de safdillik olurdu herhalde… Hele de bundan 3-4 yıl öncesinde batı ülkelerini kasıp kavuran, sahneye çıktığı organizasyonlarda 3'ü Oscar olmak üzere toplam 81 ödül kazanarak erişilmesi güç bir rekora imza atan şu meşhur “Brokeback Dağı” fırtınasını hatırlayınca, yaptığımız tespit daha bir anlamlı geliyor. Sanırım, çiçeği burnunda yönetmenimiz Mahsun Kırmızıgül de bu gerçeğin farkına erkenden varmış olmalı ki ülke içinde “terör kurbanı bir Kürt ailesinin büyük kente savruluş öyküsü” olarak pazarladığı son yapıtı “Güneşi Gördüm”e yurt dışı festivaller için (filmin içinde sınırlı bir alt-motif olmaktan daha öte anlamı bulunmayan “eşcinsellik” olgusunu bütünüyle öne çıkardığı) yepyeni ve alabildiğine cüretkâr posterler hazırlattı. Kırmızıgül'ün pazarlama taktiği açısından son derece akıllıca bir iş yaptığına hiç kuşku yok; çünkü film bu yönü ve yeni posterleriyle en azından bazı uluslararası festivallerde eşcinsel lobisinin temsilcileri tarafından mutlaka “görülecektir.”

Sinema dünyasındaki bu genel manzaradan hareketle, “Milk”in başrolünü üstlenen saygın Amerikalı oyuncu Sean Penn'in söz konusu performansıyla kazandığı “en iyi erkek oyuncu” Oscarı'na da bir kaç cümleyle değinmek gerekiyor. Sen kalk, çeyrek yüzyıldan uzun süren bir oyunculuk kariyeri boyunca, aralarında “Ölüm Yolunda”nın (Dead Man Walking / Yön: Tim Robbins / 1996) gariban idam mahkûmu Matthew Poncelet, “İnce Kırmızı Hat”tın (Thin Red Line / Yön: Terence Mallick / 1998) cesur çavuşu Welsh, “Benim Adım Sam”in (I am Sam / Yön: Jessie Nelson / 2001) iyi kalpli otistik babası Sam Dawson'ın da yer aldığı birbirinden müthiş performanslar ortaya koy; fakat en sonunda “En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ı”nı, sırf 2-3 sahnede erkek partnerlerinle ateşli bir şekilde öpüştün diye “Milk” ile kazan!

Adını sinema tarihine altın harflerle yazdırmak için yıllardır birbirinden zor rollerde deliler gibi çalışıp kendini helâk eden bir oyuncu konumundaki Penn, 1996, 2000 ve 2002'de bu ödüle üç kez aday gösterilmiş, fakat hiç birinde kazanamamıştı. Akademi'nin uzun yıllar boyunca sıra dışı yeteneğini es geçtiği sanatçı, 2003'de Clint Eastwood imzalı suç draması “Mistik Nehir”de canlandırdığı Jimmy Markum karakteriyle artık Oscar jürisinin bile görmezden gelemeyeceği ölçüde devleşince, nihayet mesleğinin de ilk Oscar heykelciğiyle tanışma fırsatını buluyordu.

Bundan beş yıl sonra, oyunculuk gösterisi açısından öncekilerle kıyas kabul etmez bir film olan “Milk” ile kazandığı ikinci Oscar ise ödül töreninde kendisini anons eden Robert De Niro'yu bile şaşırtacak ve Akademi'nin raconunu çok iyi bilen efsanevî aktörün -hafiften kinayeli bir ifadeyle- “Bu adamın bunca zaman boyunca normal erkekleri canlandırmasına hiç de gerek yokmuş” demesine yol açacaktı.

'EŞCİNSEL HIRSI'NA KURBAN VERİLEN HAYATLAR

Pazar sabahları ekranlarda izlemeye alıştığımız dolgu mahiyetindeki televizyon biyografilerini andıran bu vasat öykünün, tıpkı başrol oyuncusu Penn gibi yönetmeni Gus Van Sant'ın kariyerine de ekleyebileceği pek fazla bir şey yok. 1940-1978 yılları arasında yaşamış Amerikalı eşcinsel hakları savunucusu ve yerel politikacı Harvey Milk'in kısa fakat çalkantılı hayatını son derece düz bir anlatımla beyazperdeye aktaran filmde, hafızalara kazınabilecek nitelikte büyük anlar yakalayabilmek için epeyce bir tırmalamak gerekiyor. Belki bu noktada, etki gücünü yalınlığından (ve de gerçekliğinden) alan final bölümü istisna tutulabilir, hepsi hepsi o kadar…

Öte yandan, son 20-30 yıl boyunca çekilmiş eşcinsellik temalı pek çok filmde sistematik bir biçimde sergilendiğini gözlemlediğimiz “karşı tarafı yapış yapış bir alaycılıkla aşağılama” çabasının bu yapıtta da bütün sinsiliğiyle yer aldığına tanık oluyoruz. 1967 yılında Los Angeles'taki bir “gay bar”a yapılan polis baskınının gerçek haber görüntüleriyle açılan “Milk”, “Amerikalı eşcinseller, bir dönem, onların aşklarını anlayamayan gerici öküzlerin işte böylesine ağır baskıları altındaydı” vurgusu eşliğinde ilerlerken, eşcinselliğe karşı olduğunu kameralar önünde lafı kıvırmadan, dürüstçe ve açıkça ifade eden kadın-erkek herkesi de izleyicisine katıksız birer “faşist” olarak servis ediyor. Filmin -Josh Brolin tarafından canlandırılan- en önemli karakterlerinden biri konumundaki dindar politikacı Dan White'ın -Harvey Milk'in bir konuşması üzerinden- aslında “gizli eşcinsel” olduğunun imâ/iddia edilmesi de fazlaca politize olmuş eşcinsellerde pervasız tezahürlerini görmeye alışık olduğumuz bu saldırganca tutumun son derece tipik bir örneğini oluşturmakta… Ki söz konusu küstahlığın, meslek hayatında yolu zaman zaman eşcinsellerin bahçesine düşmüş, yazıları ve düşünceleri nedeniyle onlar tarafından çılgınca taşlanmış benim gibi birinin de çok yakından tanıdığı bir davranış modeli olduğunu özellikle belirtmeliyim.

Hayat tarzlarını sevimli ve çekici bulmayan herkesin boynuna tereddütsüzce “homofobik” yaftasını asmayı pek seven agresif eşcinseller için, White, karısı ve ona politik mücadelesinde destek veren herkes, kafalarının tez zamanda ezilmesi gereken birer böcekten farksız… Nitekim, Harvey Milk de seçim yenilgisi sonrasında içine düştüğü bir duygusal boşluk ânında belediye başkanına istifasını veren rakibi için, aynı yönde bir hesapçılıkla, hazır fırsatını yakalamışken onu bütünüyle politik arenanın dışına sürmek üzere “altın vuruş”unu yapmakta hiç tereddüt etmiyor. Ancak, “kendini topluma bastıra bastıra kabul ettirme” ve “kendisi gibi yaşamayanları/düşünmeyenleri fırsatını bulduğu ilk anda ezme” hırsıyla gözü dönmüş olan kahramanımız, hayatını inanç temeli üzerine inşâ eden insanların kariyeri ve onuruyla pervasızca oynamanın bedelini de son derece acı bir biçimde ödemek durumunda kalıyor. Filmin sonundaki tarihsel açıklamaların da ortaya koyduğu üzere, hem kendininkini, hem de rakibi White ve o dönemin San Fransisco Belediye Başkanı George Moscone'nin hayatlarını bozuk para gibi harcayarak yapıyor bunu…


GUS VAN SANT
“Milk” en azından bu noktada dürüst ve açık bir film; adına “eşcinsel hırsı” denilen o tehlikeli saplantıyı, baş karakteri ve çevresine kümelenenlerin konuşmaları, tutum ve davranışları üzerinden eğip bükmeden, olduğu gibi yansıtmış beyazperdeye… Harvey Milk, eşcinsellerin toplumsal hayat içinde itilip kakılmasını engelleme söylemiyle girdiği politik mücadelede, elde ettiği taşkın kitlesel gücün doğurduğu şımarıklıkla toplumun genel ahlâk değerlerini ve bu değerlerin temsilcilerini bir süre sonra öylesine zorlamaya başlıyor ki sonunda bu ölçüsüz cüretkârlık hâli gerek onun, gerekse çevresindeki bir sürü insanın hayatının topluca mahvolmasına yol açıyor.

Milk'in verdiği planlı-programlı mücadelenin satır aralarında da görüldüğü üzere, eşcinsel hareketin temsilcilerinin çağımızdaki öncelikli hedefleri “kendi mahremiyetleri içinde başkaları tarafından rahatsız edilmeden huzurlu bir hayat sürmek” falan değil, aksine gücü temsil eden irili ufaklı bütün kurumlarda köşe başlarını tutarak toplumsal doku içinde mümkün olduğunca geniş bir mevzî kazanmak... Böylelikle kitlelerin ahlâkî algıları (politika, medya, görsel sanatlar, edebiyat ve moda gibi etkin araçların kullanımıyla) yavaş yavaş dönüştürülecek, -eşcinsel evliliklerin yasalaşması ve eşcinsellerin evlatlık edinmesi de dahil olmak üzere- bugüne kadar ahlâkdışı/doğadışı sayılan pek çok davranış biçiminin son derece olağan sayıldığı yeni bir sürece girilecek. Yapılan sosyolojik hesap kabaca böyledir.

Tam bir bıçak sırtı görünümündeki bu konuda yıllar yılı yazıp çizdikleriyle, artık ciddi biçimde eşcinsel lobisinin denetimine girmiş durumdaki merkez medyada (ve daha bir çok yan sektörde) çalışma şansını büyük ölçüde yitirmiş biri olarak şimdi bir kez daha altını çizerek tekrarlıyorum ki Allah bizi böyle bir mantaliteyle hareket eden aktivistlerden ve oy kaygısıyla onları destekleyen politikacılardan korusun; aynı şekilde bu çizgide hareket eden medya yöneticileri ve sanatçılardan da…

Eşcinseller, bırakın Oscar'ı ya da Cannes jürilerini, velev ki “dünyanın tapusu”nu bile ele geçirseler, şu sınırlı ömürde Hz. Lut'un öyküsünü hatırladıkça, onların liderlik koltuğuna oturacakları bir dünyadan ısrarla uzak durmaya çalışacak birileri hep olacaktır.

Bu da böyle biline…

10.05.2009

Ali Murat Güven
alimuratg@yahoo.com Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
Yeni Şafak

Bembeyaz fonda kapkara film

Derviş Zaim bu filmle birkaç festivalde en iyi yönetmen seçildi. Oysa filmin galiba hiç en iyi film ödülü yok. Nasıl oluyor bu? Sanırım şundan: Yönetmenin dehaya yakın başarısı apaçık, ama film en hafif deyimiyle şaşırtıcı. Kendi adıma tadına varmak, hatta gerçek anlamda kavramak için üç kez izlemem gerekti! Zaim bir kez daha tarihe ve Osmanlı uygarlığına olan ilgisini gündeme getiriyor, yazıp yönettiği bu son derece özgün filmle...

13. yüzyılda Moğol istilası altında inleyen Anadolu'da, Konya yakınındaki Tuz Gölü'ne Allah'ın adını yazmak isteyen dönemin ünlü hat ustası Malik Hoca, son noktayı koymak üzereyken, mürekkebin bitmesi üzerine bunu yapamıyor. Ve çırağını mürekkep aramaya yolluyor. Çünkü 'noktayı öğrenmek, hattı öğrenmektir'. Sonra gölün beyazına dalan kamera bizi neredeyse 800 yıl sonrasına, günümüze getiriyor. Tuz Gölü kıyısında, bu kez hapisten yeni çıkmış 'hat talebesi' Ahmet ve yakın arkadaşı Selim'i tanıyoruz. Ahmet, Selim'in ısrarıyla Malik Hoca'nın kaleme aldığı çok değerli bir Kuran-ı Kerim'i satma işine bulaşıyor. Ama karmaşık entrikalar sonucu bu satış tehlikeye giriyor ve iki kafadar, kendilerini iki katille baş başa buluyor. 75 dakikalık Nokta, öncelikle biçimiyle şaşırtıyor. Zaim, ortalama beşer dakikalık çekimlerle oluşturmuş filmini...

Bu tek çekimler kameranın toprağa, göle veya bulutlara dalmasıyla birbirine bağlanıyor. Ve böylece tam bir devamlılık duygusu yaratılıyor. Yıllar önce Rus yönetmen Aleksander Sokurov'un ünlü Rus Hazine Sandığı filminde kullandığı bu yöntem sayesinde... Ana tema, kaligrafi veya hat sanatı ve bu sanatın sekiz yüzyıl sonra bile insanların yaşamını etkilemesi. Çünkü 'inanmayan kişi, iyi yazı yazamaz'. Ama öte yandan, işlenen bir suç ve onun getirdiği vicdan azabı da var. Hikâyenin genel mistik yaklaşımı, filmde modern (ama yer yer de egzotik) bir kara-film tarzında sunuluyor. Özellikle hat tutkunu ama pis işlere karışmış olan Ahmet, olayların gelişmesiyle giderek hayatı kayan tipik kara-film kahramanını simgeliyor. Olaylar giderek çığrından çıkar ve Ahmet dönülmez yollara saparken, onun için üzülüyoruz. Tüm bu maceranın Tuz Gölü'nün bembeyaz fonunda yaşanmasıysa, filmin en özgün yanlarından ve en parlak görsel buluşlarından biri. "Allah iyi niyetliyse kötülük niye var?" diye soran kahramanıyla, film felsefi düşünceye, özellikle Sufi anlayışa yaslanıyor. Kara-film yanıysa, özellikle gerçek anlamda bir sonuca bağlanmayan finalle biraz havada kalıyor. En azından bu tür filmlerin özel meraklıları için...

Yine de çok kendine özgü ve farklı bir film bu. Ercan Yılmaz'ın görüntüleri ve Mazlum Çimen'in müziğiyse övgü ötesi...

Yönetim ve senaryo: Derviş Zaim Görüntü: Ercan Yılmaz Müzik: Mazlum Çimen Oyuncular: Mehmet Ali

NOKTA ***
Nuroğlu, Serhat Kılıç, Settar Tanrıöğen, Şener Kökkaya, Mustafa Uzunyılmaz, Nadi Güler, Numan Acar, Begüm Birgören/ Marathon Film yapımı.

Atilla Dorsay
Sabah

Bir Arınma Hikâyesi Olarak 'Nokta'

‘Kameranın yeri ahlakî bir tercihtir’ diyen Godard ve plan-sekans politik bir seçimdir diyen Bazin gibi, Zaim de film estetiğini bir ahlak sorunu olarak ele alıyor.

Derviş Zaim’in son filmi ‘Nokta’, yönetmenin, genelde ilk filminden beri yoğun olarak da son iki filminde denediği bir sentezin ürünü olarak göze batıyor. Geleneksel sanatlar ile sinemanın ilişkisini ele alarak, bu ilişkiyi gerek biçim, gerekse de içerik olarak sinemaya yansıtabilme derdinde olan Derviş Zaim, son filmi Nokta’da oldukça cüretkâr bir işe soyunmuş.

Nokta’dan önceki ‘Cenneti Beklerken’ adlı filminde minyatür sanatını ele alarak, filmin zaman ve mekân kurgusunu kendi tabiriyle oynak bir zemine oturtma amacı güden Zaim, bana kalırsa başarısız olmuştur. Cenneti Beklerken’in minyatür ile kurduğu ilişkide başarısız olan neydi acaba? Bence, Cenneti Beklerken biçimsel olarak, sadece sentetik bir benzerlik ile minyatüre benzerken, sinema sanatının estetiğini kaybedip yapay bir kolâja dönmüştü. Film ile ilişkisi çok yapay görünen bir montaja dönen minyatür sanatı, bir taraftan filme yansıyamazken, öte taraftan filmin kendi içsel dengesini ve estetiğini bozar hâle gelmişti. Fazlasıyla gösterişçi ve süslü bir film olarak Cenneti Beklerken, bende iyi niyetli ama başarısız bir biçim denemesi olarak yer etti.

Film sanatının minyatürle veya doğu resmiyle ilişkisini ele alan birçok eser var dünya sinemasında. Ancak sanırım o estetiği her anlamda film ile organik bağ kuracak şekilde hem yenileyen, hem de kullanan en önemli eser Sergei Paradjanov’un ‘Sayat Nova’ filmidir. Derviş Zaim ‘Cenneti Beklerken’de minyatür estetiğinin biçimsel öğeleriyle, sinemada karakter kurgusu, mekân ve zaman belirsizliği arasında organik bir bütünlük kurabilmiş gibi görünmüyordu. Ancak, biçim ve sinema dili üzerine yeni açılımları denemekte oldukça cesur olan Zaim, bir sonraki filmi olan ‘Nokta’da da benzer bir cesur işe girişmekten kaçınmayarak çabalarının meyvesini toplamış.

Nokta, geleneksel sanatlardan ‘hat sanatı’ndan biçimsel ve içerik olarak yararlanarak bir film estetiği kurmayı amaçlamış. Hat sanatında kullanılan bir teknikten hareketle (yazının, elin hiç kaldırılmadan tek bir kerede yazıldığı bir teknik) tek bir plandan ibaret olan Nokta, her şeyden önce oldukça zor ve cesur bir adım olarak değerlendirilmeli.

‘Kameranın yeri ahlakî bir tercihtir’ diyen Godard ve plan-sekans politik bir seçimdir diyen Bazin gibi, Zaim de film estetiğini bir ahlak sorunu olarak ele alıyor. Dolayısıyla filmin konusu ile hat arasındaki ilişki; hat tekniği ile filmin mekân ve zamanı arasındaki ilişki; filmin kesintisiz tek bir planda çekilmesi gereğini doğuruyor Zaim’e göre.

Tarihi değer taşıyan el yazması bir Kur’an’ın (Mâlik Kur’an’ı) çalınıp illegal yollardan satılmasına gönülsüzce karışan genç hattat Ahmet, çektiği vicdan azabından kurtulmanın peşindedir. Karıştığı bu olay yüzünden Kur’an’ın sahibi olan kişinin torunu dâhil üç kişinin ölümüne de dolaylı olarak sebep olmuştur. Ahmet’i bu olayın içine atan sebepler bir yana, filmin asıl sorunu Ahmet’in, bir arınma ve günahlarının kefareti olarak çabasıdır.

Derviş Zaim’in, bir önceki filminde minyatür ile film estetiğini birleştirme çabası ne kadar eklektik, yapay ve başarısız olmuşsa; bana kalırsa Nokta’daki bu çaba da o kadar başarılı bir görüntü veriyor. Filmin tek bir plandan oluşması, filmi geleneksel öykü anlatımlarının, dramatik kurgunun ve mizansenin dışına atıyor ve öykünün gelişimini ikincil hâle getirerek kefaret çabasını merkeze oturtuyor.

Aslında seçilen yöntem oldukça zor bir iş. Işığın her şekilde aynı olmasını garantilemek,  mekân ve zamandaki geçişleri plan içinde fark ettirmeden yapabilmek için Tuz Gölü’nün bembeyaz düzlüğünü seçmek uygun bir tercih olarak görünüyor. Filmde zamanda ileri geri gidişler var; bu aynı zamanda mekânlarda da değişiklik demek. Bir röportajında Karagöz Oyunundaki ‘Küşteri Meydanı’na benzer bir mekânı, yani mekândaki değişikliklerin anlaşılmadığı bir mekânı seçmenin öneminden bahseden Zaim, bunun için ideal mekân olarak Tuz Gölü’nü seçtiğinden bahseder. Yine uçsuz bucaksız beyazlığı bir beyaz sayfa, üzerindeki insanları ise yazılar ve noktalar olarak düşünebileceğimizi söyleyen Zaim, hat ile sinema estetiği arasındaki bağı birkaç açıdan kurmayı becerebiliyor.

Dünya sinemasında benim bildiğim, tek plandan oluşmuş tek film, Alexander Sokurov’un ‘Rus Hazine Sandığı’ adlı eseridir. Çok büyük bir yönetmen olmasına rağmen, Sokurov, tek plandan oluşturduğu filminin, estetik olarak yapay olmasına, tek planda çekimin basit bir deneysel çaba olmanın ötesine gidememesine engel olamamıştır. Yani filmde baskın olması gereken ahlâki çaba ile filmin estetiği birebir uyuşamıyorsa her şey yapay ve eklektik durabiliyor. Tarkovsky, ‘Stalker’ filminin, filmin amacı açısından tek planda çekilmesi gerektiğini ama buna teknik imkânların yetersiz olmasından dolayı cesaret edemediğini söylemişti bir zamanlar. Bunları bilen insanlar için tek bir planda oluşturulmuş ‘Nokta’nın başarısı daha bir önem kazanmaktadır bence.

Filmin estetiğine de yön veren ve aynı zamanda hat sanatının ahlâki yönünü de görebildiğimiz şey, filmdeki ‘eşref-i mahlûkat’ olma çabasıdır. Film ‘af’allahû anh’ yazısı etrafındaki bir iç mücadele aynı zamanda. ‘Nun’ harfinin unutulan noktasının bir türlü konamadığı eşsiz bir döngü. Dünya tarihinde, bunca zulüm içinde konulup konulamayacağından da emin olamadığımız bir insanlık durumu inşası! Yaptığı hatadan ve işlediği büyük günahtan büyük pişmanlık duyarak işlediği günahın kefareti olarak son derece tehlikeli bir yol seçmiş Ahmet’in bu günahının affedilip edilmeyeceği de aynen noktası konulmayan ‘nun’ harfi gibi belirsiz kalır.

Aynı zamanda suç ile cezanın ilişkisi de filmin ana temasının genişlediği ortamı sağlıyor. Aslında işlenen suçta tek suçlu kendisi olmadığı halde, belki de en az suçlu olan olduğu halde, Ahmet için bu olay bir türlü noktasını koyamadığı yazıdaki gibi bir bitimsiz yolun başlangıcıdır. Cezanın en büyüğü, sadece ölümle ya da adlî cezalarla değil, vicdan ile ilgili olandır. Bu aşamada filmdeki çabaya eşlik eden iç çatışma, Ahmet’in arınma, günahlarından kefaret (belki de bile bile ölüme gidebilmek) aracılığıyla kurtulma ve bir türlü koyamadığı noktayı koyma mücadelesidir aslında. Hat sanatına layık bir ‘insan’ olabilme çabası!

Filmin tek planda çekilmesi önceki paragraflarda söylendiği gibi, filmin, dramatik, trajik bir yönde değil, içsel olarak arınmayı talep eden ve izleyiciye de bunu yaşatan bir yönde deneyimlenmesine vesile oluyor bence. Filmin tek anlamlılığını ve tek bir bakış açısını dayatan dramatik kurgular yerine böyle bir biçim, gerçekten de film için ahlâkî bir zorunluluk demek aslında. Dolayısıyla film içinde hat sanatının ahlâkî idealleri, biçimsel öğeleri ve kefaret çabası oldukça başarılı bir organik bütünlük içerisinde verilebilmiş.

Cenneti Beklerken’de minyatür sanatıyla ilişkisini başarısız bulduğum Zaim, Nokta’da çok önemli bir iş becererek Türkiye sinemasının önemli yapıtlarından birisine imza atıyor. Biçim olarak da dünyada çok az denenmiş bir estetiğe sahip olmasıyla Nokta, bence önemli bir film olarak sinema tarihinde yerini alıyor. Nasıl ‘Süt’ün yönetmeni – mesela Wong Kar Wai – olsaydı bu film muhtemelen Altın Palmiye’nin en önemli adaylarından sayılacaktı ise; ‘Nokta’nın yönetmeni de mesela Sokurov olsaydı, film yılın en önemli filmlerinden birisi olarak tanımlanacaktı…

Enver Gülşen
envergulsen@gmail.com Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
sinemasinemadir.com

Yeşilçam, dünya sinemasıyla rekabet edebilecek mi?

Türk sinemasının hayatta kalma şansı bir bakıma dünya sinemasının kaderine bağlı. Dünya sinemasını bekleyen pek çok tehlikeden bahsedilebilir. Hollywood'un ezici üstünlüğü elden bırakmaması, sadece yapım değil dağıtım ağında da belirgin üstünlüğünü devam ettiriyor olması vesaire...

Ayrıca yüksek teknolojinin yeni ortamlar oluşturması Amerikan sinemasının bile kaçamadığı bazı tehditleri beraberinde getiriyor. İnternet ortamının sağladığı kolaylıklar telif haklarından ürün paylaşımına kadar her şeyi etkileyecek gibi görünüyor. Bugün kitap ve müzik endüstrisinin temel pazarlama ve satış taktiklerini altüst eden teknolojik gelişmelerin yarın sinemayı, tiyatroyu, gazete ve televizyonları etkilememesi düşünülemez. Her şeyden önce bir bakıma tüketici durumunda olan seyircinin beklentileri değişiyor. Daha konforlu ortamlar hazırlamak yetmiyor mesela. Daha mobil, erişimi daha kolay, hatta daha fonksiyonel araçlar talep ediyor insanlar. Belki de bu yüzden bazı fütüristler gelecekte gazetenin, televizyonun, bilgisayarın, sinemanın vs. aynı mekanizmada buluşacağını varsayıyor. Aynı aygıt sayesinde pek çok işi birden yapmak ve bunu gerçekleştirirken hayata bütün yoğunluğu ile devam etmek, insan aklını karıştırır mı, insan ruhunu yorar mı; bütün bu sorulara bizim vereceğimiz cevapla, sanal ortamın sinesinde büyüyecek nesillerin vereceği cevap farklı olabilir...

Sinema da sınavdan geçecek

Geleceğe dair pek çok kehanet dile getirilse de tarihi tecrübe aslında her şeyin bir kâbusa dönmeyeceğini işaretliyor. Görünen o ki teknolojik gelişmeler eski ya da klasik dediğimiz formatları zorluyor, değiştiriyor, dönüştürüyor; ancak ortadan kaldıramıyor. Mesela sinema, tiyatroyu yok edemedi; ancak klasik formatını değiştirdi. Televizyonların radyoları tarihe gömmesi bekleniyordu. O da olmadı. Zira radyonun zevki başka, televizyonun hazzı başkaydı. Buna rağmen radyo, televizyondan sonra o eski radyo formatını sürdüremedi. İnternet yaygınlaştığında gazetelerin tarihe karışacağını söyleyenler oldu. Hâlâ da bu iddiada ısrar edenler var. İnternetin sunduğu imkânlar tabii ki gazete ve dergileri zorlayacak; onlarda şekil ve içerik değişikliğine yol açacak. Belki bilgi aktarmanın da ötesine çıkılmasını, analiz yönünün daha da derinleşmesini sağlayacak ve o derinlik marka değerlerinin su yüzüne çıkmasına sebep olacak. Ancak bu durum, bir mecranın yok olması anlamına mı gelecek; yoksa yeni kanalların açılmasına mı; onu bekleyip göreceğiz...

Sinema da benzer bir sınavdan geçecek. Şekil bakımından geçireceği evrim ve çeşitlilik bir yandan klasik formatını zorlasa da diğer yandan muhtevanın orijinalitesi daha da önem kazanacak.

Bugün internet ve bilgisayarın sunduğu dijital ortam düşünülmeden medyanın hiçbir sahası hakkında kesin bir tahminde bulunamıyoruz. Zira her geçen gün küçülen ama küçüldükçe fonksiyonları artan bir yapı çıkıyor karşımıza. Daha değişken, daha dinamik, daha kullanışlı ortamlar; hatta daha bireyselleştirilmiş imkânlar sunuyor modern teknoloji. Bu durumun, klasik formatları etkileyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Bu gelişmeyi yeni olanın eskisini yok etmesi olarak algılamak doğru değil. Medyanın iki temel fonksiyonu sayılan bilgilendirme ve eğlendirme, teknolojik gelişmeler nedeniyle yeni arayışlar içinde olacak; ancak bunu klasik formatların cenaze ilanı gibi algılamak yanlış olur. Demem o ki, televizyonlar sinemayı yok etmeyecek ama sinemaya yeni bir hava katacak. Hâlihazırda kattığı hava bunun en açık örneği sayılır.

Mesele sadece sinema salonları, sinema seyircileri, DVD teknolojileri vesaire değil. Teknoloji, sinema yapımını da, pazarlamasını da, satışını da, sunumunu da, dağıtımını da etkiliyor. Daha da etkileyecek. Dün platolara duyulan ihtiyaçla bugünkü ihtiyaç tabii ki aynı değil. Yarın iyi bir film yapmak için çok daha değişik ortamlar gerekecek. Dijital teknoloji, bir yandan yapım aşamasında zengin imkânlar sunuyor diğer yandan seyredeni etkileyecek ses ve görüntü sistemlerini kuruyor. Bugün bile teknolojik donanımı vasatın üstünde bir salonda arkadan gelen bir cismi ensenizde hissediyor, yukarıdan gelen bir helikopteri başınızın üstünde duyuyorsunuz. Kullanılan teknoloji sizi olayların içine çekiyor; seyirci olmaktan adeta çıkarıyor, olayın içine atıyor.

Yapım aşamasındaki teknoloji akıl almaz imkanlar sunuyor yapımcıya. Örneğin, başrolünü Robin Williams'ın oynadığı What Dreams May Come (Aşkın Gücü) filmi, muhteşem bir aşk hikâyesini beyazperdeye taşır. Çocuğunu kaybetmiş bir doktor, yaralı bir kişiye yardım etmek isterken trafik kazasında ölür. Kendini bir anda cennette bulur. O cennet sahnesinin kırk sene önce bu kadar muhteşem resmedilmesi mümkün değil. Bilgisayar teknolojisinin sunduğu imkânlar kullanılarak peygamberlerin anlattığı cennet tasvirlerinden yararlanılır. Karşımızda altlarından ırmaklar akan, muhteşem meyveleri, göz kamaştıran güzellikleriyle cennet manzaraları vardır artık. Teknolojinin sunduğu bu hayali tablo, çocuğunu ve eşini kaybeden kadının intiharıyla cehenneme döner. Cehenneme atılan karısını görmek için yalvaran doktora cehennem gösterilecektir. Cehennem sahnesi tüyler ürpertici bir sahicilik içinde verilir. Gırtlaklarına kadar gömülmüş insanlar, zebanilerle baş başa kalmış günahkârlar, akrepler, yılanlar... Azap üstüne azap. Bu inşirah veren ya da inkisara yol açan görüntülerin mimarı modern teknolojidir. Vakıa, filme ismini veren cümle Shakespeare'den alınmıştır, hikâye de oldukça ilginçtir; ancak bu basit öyküye can veren, modern teknolojinin bizzat kendisidir.

Özellikle uzay filmleri ve büyük savaş filmlerinde teknolojinin filme sağladığı imkân çok net bir şekilde gözlenebiliyor. Mesela 5 dalda Oscar alan Gladyatör filminden teknolojiyi çekip alsanız film çıplak kalır. On binlerce adamı arena tribünlerine toplamak mümkün olsa bile, o savaş sahnelerini bire bir çekmek imkânsız. Ya da 11 Oscar almış Titanic filmindeki o dev geminin batışı bugünkü teknolojiyle anlatılmasa film basit bir aşk hikâyesi olmaktan kurtulamaz.

Teknoloji başarı için yeterli değil

Sağladığı onca kolaylığa rağmen teknoloji; bir filmde hikâyenin çürük çıkması, seyirciyi yakalayamaması, kadronun uyumsuzluğu gibi sebepleri ortadan kaldırmıyor. Buna da örnek sayılamayacak kadar çok. Mesela 1995 yapımı Waterworld (Su Dünyası) büyük harcamalarla yapılmıştır, ama sonuçta istendiği kadar başarı elde edememiştir. Aslında Kevin Costner'ın yakaladığı hikâye hiç de fena değildir. Yeryüzünün tamamen suya teslim olduğu, toprak parçasının altın kadar kıymete bindiği bir öyküde insanoğlunun da evrim yaşadığı varsayılmış, o vahşi ortamdan bir macera derlenmiştir; ancak 175 milyon doların boşa gittiğine dair yaygın bir kanaat oluşmuştur...

Toparlayacak olursak, Türk sineması öncelikle sinema sanatını bekleyen global krizlere hazır olmalı ki kendine doğru bir rota tayin edebilsin. Çünkü başarının formülü ne sadece teknolojiyle gerçekleşiyor ne de teknolojisiz. Meselenin aslı, dünyadaki gelişmeleri yakalamanın yanında zihniyet sorununu da çözmektir. En başta dünya sinemasını bekleyen tehditleri dikkate almak, ona göre hazırlanmak gerekiyor. Vaktiyle Türk sineması kendi tabanını oluşturacak damarlar buldu; ancak o fırsatları hovardaca harcadı. Türk sinemasında özgünleşme ve markalaşma sürecini baltalayan; dolayısıyla bindiği dalı sürekli yok eden bir yapı var. Daha önce bu sayfalarda mercek altına almaya gayret ettiğimiz insan tiplemeleri ile ilgili sinema tartışması bu yüzden önemli. Sinemamızdaki ana damar (marjinal çalışmaların yeri hatta önemi ayrı bir konu) hayata ve insan gerçeğine ne kadar yaklaşacak sorusu Türk sinemasının geleceğini belirleyecek...

Müsaadenizle dış etkenleri bir kenara bırakarak Türk sinemasını bekleyen sorunları bir başka yazıya havale edelim...

09.05.2009
Ekrem Dumanlı

Zaman

***

Mayın Tarlasında Cola'sına Maç!

‘Gerçeği gör, Fünyeni Çek, Sistemi yık’ sloganıyla öne çıkan ‘Mayın Tarlası’nda Cola’sına Maç’ isimli kitap Sepya Yayıncılık etiketiyle okuyucuların ilgisine sunuldu. Ali Osman Aydın imzalı kitap, ‘Fight Clube’ ve ‘Truman Show’ filmleri ekseninde modernizmi tartışıyor.

‘Mayın Tarlasında Cola’sına Maç’ isimli kitabıyla ilk kez kitapseverlerin karşısına çıkan Ali Osman Aydın, Dünya sinema tarihinin en özgün yapımlarından olan Fight Clube/ Dövüş Kulübü ve Truman Show filmlerini mercek altına alıyor. ‘Gerçeği Gör, Fünyeni Çek, Sistemi Yık’ sloganıyla okuyucuya seslenen kitap, iki filmin teknik ve biçimsel çözümlemelerini yaparken modernizm, kapitalizm, iktidar, ölüm v.b kavramlara bu iki filmin perspektifinden yorumlar getiriyor. Yazar, kitabın ilk bölümlerinde iki filmin ayrıntılı çözümlemelerini yaparken, ikinci bölümde de söz konusu filmlerde işlenen kavramları tanınmış düşünürlerin görüşlerinden de faydalanarak tartışmaya açıyor. Okuyucuya Erich Fromm’dan Aliya İzzetbegoviç’e, Nietzsche’den Gandhi’ye kadar zengin bir fikir yelpazesi açan Ali Osman Aydın, modernizm ve ahlâk algılarına Dövüş Kulübü ve Truman Show üzerinden göndermelerde bulunuyor.

Arka Kapaktan:
“Burada yaşayan en güçlü ve zeki erkekleri görüyorum, bu potansiyeli görüyorum… Ve hepsi heba oluyor… Lanet olsun, bütün bir nesil, benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da, beyaz yakalı köle olmuş… Reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde, nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız, ne büyük savaşı yaşadık nede büyük buhranı, bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız… Televizyonla büyürken milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız… Bunu yavaş yavaş anlıyoruz ve bu yüzden çok kızgınız…” 

ALİ OSMAN AYDIN:
Ali Osman Aydın 1980 yılında İstanbul’ da doğdu. Yapım ve reklâm şirketleri için senaryolar yazdı. Çeşitli ulusal gazete ve dergilerde sinema üzerine araştırma-inceleme yazıları yayımlandı. Bir kamu kurumunda çalışan Aydın, sinema üzerine çalışmalarını sürdürüyor.

Bilgi İçin:
www.sepyakitap.com
iletisim@sepyakitap.com

Sinemalife'tan terapi gibi sayı

“Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi” Sinemalife.com, Mayıs sayısında her geçen ay daha da yenilenen zengin içeriğiyle okur karşısına çıktı. Bu ay gösterime girecek ‘Nokta’ filmini kapağına taşıyan Sinemalife’da ayrıca filmin yönetmeni Derviş Zaim ile keyifle okuyacağınızı umduğumuz bir söyleşi de yer alıyor. Bunun yanında ABD ve Avrupa’da oldukça yaygın olan sinema terapisine de önemli bir parantez açan Sinemalife, Fransa’da yaşayan Psikopatalog Deniz Keziban Çakıcı ile terapi gibi röportaj gerçekleştirdi. Ayrıca Hollywood’un muhalif oyuncusu, Sean Pean ve küçük yaştan itibaren oyunculuğunu yakından tanıdığımız Dokato Fenning ‘zoom’ sayfalarında sizleri bekliyor olacak. Bu iki önemli söyleşinin yanında, Film doktoru ve Göz(e)kondu, To be Continued, Analiz, Sineretro ve Büyüteç köşeleri ile sinema önü tercihlerinizi belirleyebileceksiniz. İlgiyle takip edilen Blu-Ray köşemiz de her zamanki gibi meraklısının dikkatini çekecek.
Sinema eleştirilerinin de yer aldığı mayıs sayısında, vizyondakileri, sinema haberlerini, pek yakında beyazperdede gösterilecek filmleri bulabileceksiniz.
Meraklılarının beğenerek takip ettiği ‘Kült Diye’de bir Şener Şen klasiği ‘Züğürt Ağa’, replik de ise, felsefe ve matematiğe vurgusu ile hatırlanan ‘Oxford Cinayetlerini’ bulabilecek sinemaseverler. Bunun yanında, ilgi çeken Kayıp Bakışlar Koleksiyoncusu köşesi de her zamanki gibi okuyucuların karşısında. Beğenerek takip edilen DVD ödüllü yarışma sayfalarında da okuyucuları sürprizler bekliyor. Yeni çıkan DVD’lerin tanıtımının da yer aldığı dergi www.sinemalife.com zengin içeriğiyle bir tık uzağınızda.

Mazlumder Sinema Günleri Devam Ediyor…

Mazlumder İstanbul Şubesi’nde bu hafta, İran sinemasının başarılı yönetmenlerinden Majıd Majıdı’nin yönettiği ‘Cennetin Çocukları’ adlı filmin gösterimi yapılacaktır.

Tarih: 11 Mayıs 2009 Pazartesi
Saat: 18.00
Yer: MAZLUMDER İstanbul Şubesi Konferans Salonu

timeturk.com

 

3 Mayıs 2009 Pazar

Böylesine can yakıcı meselelere daha yüksek bir sinema gerek...

Cihan Taşkın'ın uzun süredir merakla beklenen ilk uzun metrajlı çalışması “Kelebek”, 11 Eylül 2001'den bu yana bütün dünyanın tartıştığı “İslâmî terör” kavramı üzerine zaman zaman kayda değer politik ve felsefî saptamalar yapmakla birlikte, aynı hedefi sinemasal anlamda vurmaktan ise oldukça uzak düşmüş bir deneme…

Yapım Yılı ve Ülkesi: 2009, Türkiye yapımıBöylesine can yakıcı meselelere daha yüksek bir sinema gerek…
Türü ve Süresi: Yakın Tarih / Politik Drama / 146 Dakika
Yönetmen: Cihan Taşkın
Senarist: Mahmut Bengi
Görüntü Yönetmeni: Demian Barba
Özgün Müzik Bestecileri: Ömer Faruk Tekbilek ve Brian Keane
Kurgu Yönetmeni: Bora Gökşingöl
Sanat Yönetmeni: Özgür Kemertaş
Oyuncular: Ghassan Massoud / Hasan Mesud (Mevlevî dedesi), Caner Cindoruk (Yusuf), Deniz Bolışık (Zeynep), Münir Can Cindoruk (Ümit), Meredith Orlow (Kez), Sümer Tilmaç (Rasim) Şahin Çelik, Tuncay Beyazıt, Gürol Güngör, Kadir Kırıcı, Serhat Yiğit, Ferda Işıl, Volga Sorgu Tekinoğlu, Ergun Doğmacı, Sonat Dursun, İbrahim Halil Azak, Lami Ateş
Yapımcı Şirket: Sanayi-i Nefise Film Yapımcılık
Dağıtıcı Şirket: Özen Film
İçerik Uyarıları: İçerdiği şiddet sahnelerinden dolayı, 13 yaşından küçükler için uygun değildir.
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı: www.filmkelebek.com
Yıldız Puanı: * *

İstanbul, 2001 yılı… Kendisine ait bir cam işleme atelyesinde hediyelik eşyalar üreten Yusuf (Caner Cindoruk), eşi Zeynep (Deniz Bolışık) ile görünürde son derece mutlu bir hayat sürmektedir. Fakat, o yaz, çiftin eğlenmek üzere gittikleri bir panayır ortamında, yanından beraberce geçtikleri bir çöp kovasına konan bombanın patlamasıyla birlikte her şey altüst olur.

Bombadan sonra Yusuf'un kendiyle barışık dünyası çökmüş ve yerine yarı ölü bir adam gelmiştir. Kahramanımızın görünürde çok da ciddi bir sorunu yoktur; ancak gün geçtikçe mâzisinde karanlık bazı noktalar olduğu ve bir takım “acı olaylar”ı unutmaya çalıştığı ortaya çıkacaktır.

Başlangıçta, yaşadığı bu hafıza kaybını inkâr eden genç adam, geçmişte sık sık ziyaret ettiği Mevlevî tekkesinin lideri İbrahim Dede (Ghassan Massoud/Hasan Mesud) atelyede ziyaretine gelip, onun ABD'ye 11 Eylül 2001 saldırılarını düzenleyen eylemcilerden biriyle bağlantısı olduğunu imâ edince, üzeri kalın bir sis tabakasıyla kaplanmış durumdaki geçmişinin izini sürmeye başlar.

BEKLEMEKLE GEÇEN ŞU ZAVALLI ÖMRÜM…


CANER CİNDORUK
Yıllardır, yapım-yönetim ekibini “muhafazakâr cenah”ın sanatçılarının oluşturduğu hemen her yeni filmde olduğu gibi, bir kez daha -çocuksu heyecanlara kapılmaya pek meyyal mizacımla- aylar öncesinden havalara girdim, beni bekleyen “büyük sürpriz” hakkında bol bol umutlandım ve günü geldiğinde de “İşte, şimdi piyasanın tozunu atacağız” diyerek, derin bir merak içinde sinema salonunun yolunu tuttum.

Halbuki, ömrüm boyunca ve özellikle de 2000'lerin ikinci yarısında koltuğumda mide krampları geçirerek izlediğim bazı sinemasal hilkat garibelerinin ardından, yeni “beyaz sinema” örneklerini karşılarken aşırı heyecana kapılma yönündeki bu zaafımı dürüstçe teşhis edip, artık -en azından- biraz daha temkinli davranmayı öğrenmiş olmam gerekiyordu.

Hele de son bir kaç yıldır kalemimden cömertçe dökülen onca peşin methiyenin ardından, izlediğimde burun direğimi sızlatan kimi “çadır tiyatrosu müsamereleri”nden sonra…

Üstelik, yakın geçmişte, bunlardan duyduğum yoğun bezginlik ve bıkkınlık psikolojisi içinde kaleme alınmış bazı eleştirel yazılar nedeniyle, sektördeki kimi kadim dostlarımı ve dostluklarımı da yitirmişken…

Ancak, can çıkar huy çıkmaz. Sinema söz konusu olunca yükselen tansiyonuna kolayca gem vuramayan biriyim ben ve “Kelebek” filmi için de daha aylar öncesinde benzer bir coşku dalgasına kapılmaktan alamadım kendimi…

Kulağımıza gelen ümit verici haberlere bakılırsa, “bizim çocuklar” sinema işine son noktayı koymak üzereydiler. Ömrünün çeyrek yüzyılını sinemaya, özellikle de “ulusal sinemada İslâmî perspektifin yerleşmesi” ülküsüne adamış biri olarak perdede böyle parlak bir sonuç görmeyi artık o kadar çok istiyordum ki…

Ancak olmadı, yine olmadı.

İstanbul'u her yıl olduğu gibi bu yıl da kasvetli bir havaya büründüren 1 Mayıs günü, güneşli bir havada girdiğim sinema salonundan sağanak yağmur altında çıktığımda, güç bela bir taksi bulup evime ulaşana kadar hep bu kronik kifayetsizliğin nedenlerini düşündüm durdum.

'İSLÂM'IN MERHAMETÇİ YORUMU'NA İTİRAZIM YOK, AMA…


GHASSAN MASSOUD / HASAN MESUD
Televizyon dünyasından gelen genç yönetmen Cihan Taşkın, ilk uzun metrajlı sinema filmi “Kelebek”i kabaca şöyle bir dinî/politik önerme üzerine kurmuş:

İslâm'ın tarih boyunca ön plana çıkan iki başat yorumu olageldi. Bunlardan ilki, Kur'an-ı bir evrensel barış kitabı olarak gören ve en olgun tanımını da “şeriat”, “marifet”, “hakikat” katmanlarının üzerine kurulu Anadolu tasavvufunda -daha özelde Hz. Mevlânâ'nın öğretisinde- bulan bakış açısı… Diğeri ise İslâm'ın derunî dünyasına girişte yalnızca bir kabuk tabakası konumundaki “şeriat”ı esas alarak onda takılıp kalmış, altındaki asıl zenginliklere uzanabilecek aklî ya da ilmî çapı bulunmayanların ellerinde yükselen yüzeysel ve hoyrat yorum…

Bunlardan ilk yorumun çizdiği yola bağlı olanlar, amel ve muamelelerinde isteseler bile ikinciler kadar sıradanlaşamayacakları gibi, ikinci yorumun sahiplerinin kapasiteleri de diğerlerinin bilgeliğine erişmeye yetmez.

Yani, bir tür “medenî” ve “bedevî İslâm” ayrımı…

Din algısı ve benimsediği hayat tarzı benzer bir bakış açısı üzerine kurulu bir mü'min olarak, filmin bu ana tezine büyük bir gönül rahatlığı içinde “Başım üstüne” diyorum.

“Kelebek”i yazıp çeken dostlarım, eski zamanlardan örnek vermek gerekirse, Müslüman-Moğol hükümdarı Timurlenk'in fethettiği diyarlarda “insan kellelerinden kuleler diktiren” fütuhat anlayışına ya da aynı mantalitenin günümüzdeki en sivri örneği konumundaki Taliban hareketinin “İslâm, insanları iki cihanda huzura kavuşturmak için değil, insanlar İslâm'a hizmet için gönderilmiştir” yaklaşımına ne denli uzaklarsa, doğrusu ben de aynı ölçüde uzağım. Nitekim, geçmişte Sıddık Barak'ın “Üsame”si ve Marc Forster'ın “Uçurtma Avcısı” gibi, odağında Taliban dönemi Afganistanı'nın yer aldığı filmler için kaleme aldığım övgü dolu satırlar karşılığında, bu hareketi “İslâm'ın çağımızdaki en muhteşem yorumu” olarak gören kimi köşeli okurlarımla sıkı tartışmalara girmişliğim de hep söz konusu inancımdan dolayıdır.

Kur'an-ı Kerim, içine zerrece merhamet duygusu katılmamış mekanik bir ritüeller demeti ve zorbalığı kendine kılavuz edinmiş kesif bir köylülükle temsil edilemeyecek kadar çok boyutlu, çok katmanlı bir kutsal kitap… Eğer ki tarihin herhangi bir döneminde ya da dünyanın herhangi bir bölgesinde böyle nahoş bir manzara oluşmuşsa bu Kur'an'ın değil, onu savunanların kendilerini gözden geçirmelerini gerektiren bir garabet sayılmalı…

Taliban ve El-Kaide de tıpkı su fakiri çöllerde yalnızca dikenli mantarların yeşermesi gibi, filizlendikleri coğrafyanın -başka hiç bir düşünüş biçimine yaşama şansı tanımayan- acımasız koşulları nedeniyle ortaya çıkmış dönemsel hareketlerdir. Hâl böyle olunca, bunları sosyolojinin neden-sonuç yasalarına bağlı olarak palazlanan, ne geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte İslâm'ın insanlık ailesi tarafından ittifakla benimsenmiş aslî yorumunu temsil etme hakkına sahip olamayacak marjinal örnekler kategorisinde görmek gerekir; kesinlikle daha yüksek bir pâye vererek değil…

Evinde yaşayan ve her tarafı tüy yapan yaramaz bir kediyi bile “Yaradan'dan ötürü” sevme pratiği kazanmış birinin (o kişi ben oluyorum) zaten başka türlü düşünebilmesi çok zor…

Bu noktaya kadar gönül rahatlığıyla uzlaştığım “Kelebek”, bundan sonrasında ise işin ayarını giderek kaçırıyor ve zaruret halinde Kur'anî bir seçenek (dahası, tartışılmaz bir farz) olan “silahlı cihad” olgusunu neredeyse külliyen yok sayan tuhaf bir yaklaşıma bürünüyor. İnsanoğlunun, esaslarını Kur'an adaletinden alan bir küresel barış düzenini inşâ etmesinin tek yolunun, ulaşılabilen her memlekette temiz yüzlü ve halim selim genç öğretmenler eliyle “maklube sofraları” kurmak, “ağabey-abla evleri” açmak ya da yoksul çocuklara İngilizce öğretmek olduğunu savunan bu karşı tezi ciddiye almak ise mümkün değil…

Yeryüzünün en halim selim insanları, Budist felsefenin yumuşacık öğretileri ve bu yumuşaklığı pekiştirip duran masalsı öyküler eşliğinde neredeyse pelteye dönmüş durumdaki Güney Asyalılar olmalı herhalde… Ancak, onlar bile Vietnam'a yönelik Amerikan işgali söz konusu olduğunda, anne-babaları, kardeşleri ve çoluk-çocuklarının ırzına geçildiğinde vaktiyle “kaleş”leri kapıp yırtıcı birer aslan kesilmişlerdi. 14 yıl boyunca Amerikan vandallarını Vietnam'ın tropik ormanlarında ciyak ciyak bağırttılar bizim o ufak tefek ve munis çekik gözlüler. Nihayetinde, takvimler 1975 yılını gösterdiğinde, Başkan Gerald Ford hazretleri de “Toplayın tası tarağı, gidiyoruz bu lanet ülkeden!” demek zorunda kalıyordu istilacılarına…

65 bin ölü Amerikan askerinin ve büyük bölümü sivil olmak üzere 2,5 milyon ölü Vietnamlının bedenlerinin üzerine dikilmiş bir bağımsızlık bayrağıydı bu… O savaş özelinde, böylesine kesin ve onurlu bir sonucu elde etmenin başka hiç bir yolu da yoktu.

Tıpkı 1920'lerin Anadolu'sunda, 1940'ların Endonezya'sında, 1965'lerin Cezayir'inde, 1990'ların Karabağ ve Azerbaycan'ında, özgürlük mücadeleleri halen devam eden Filipinler-Moro'da, Filistin'de, Çeçenistan'da ve nihayet an itibarıyla 3 milyon insanını Amerikan-İngiliz bombardımanlarında yitirmiş bulunan esir Irak'ta başka bir seçenek kalmadığı gibi…

İslâm'ın en tartışılmaz, en kesin emirlerinden biri durumundaki “cihad” kavramına böyle bir perspektiften baktığınızda, Taliban mensubu oğlunu Amerikan bombardımanlarında yitirmiş yaşlı Afgan annesinin filmde söylediği “Benim için ateşi yakan değil, oğlumu o ateşe atan suçludur!” cümlesi de bugüne kadar o cihad bilinci içinde şehit olmuş onbinlerce insanın hatırasına -en hafif ifadesiyle- saygısızlıktır.

İnsanların henüz tepelerine atılan bombalarla insanlıktan çıkmadıkları “sulh zamanları”na özgü bir fetih yöntemi konumundaki “pasifist tebliğciliği” ölçüsüz biçimde kutsayan bu yaklaşım, “Kelebek”in neredeyse her karesine özenle yedirilmiş durumda… Sözgelimi, en kritik diyaloglardan birinde, baş kahramanımızın Taliban mücahitliğine aday genç muhatabına (ikinci seçeneği tamamen hor görerek) sarf ettiği “Ya kalemi seçersin, ya da silahı!” cümlesi, şaşkınlık içinde izlediğim bu tavrın film boyunca varolan sayısız yansımalarından yalnızca bir tanesiydi.

İnsanlar, “hak din”i kitlelere tanıtabilmek için ömürleri boyunca -Gandhi'vari bir mücadele yöntemiyle- “kalem”i tercih etmişken, ülkelerinin işgal edilmesi, ailelerinin, yurttaşlarının, topraklarının ve o güne kadar kutsal bildikleri bütün değerlerin tehdit altına girmesiyle birlikte ansızın tavır değiştirip pekâlâ “silah”ı da seçebilirler. O saate kadar “kalem”i seçmekte herhangi bir tuhaflık olmadığı gibi, o saatten sonra “silah”ı kapıp dağa çıkmanın da mantıksız bir yönü yok. Dahası, dediğim gibi bu bir “farz”…

 

GERÇEKTEN EMİN MİSİNİZ? SON KARARINIZ MI?


CANER CİNDORUK
“Kelebek”in, -en azından benim gibi düşünenler açısından- en rahatsız edici yönlerinden biri de Amerikan derin devletinin “11 Eylül 2001 saldırıları”na yönelik olarak son 8 yıldır dünya kamuoyuna belletmeye çalıştığı resmî tarih tezlerini, en küçük bir kuşku kırıntısına bile yaşama şansı tanımaksızın kayıtsız şartsız kabul etmesi oldu. Pekiyi, ne diyor o resmî tarih?

11 Eylül 2001 günü, ABD'nin farklı havalimanlarında iç hat uçuşları yapan dört yolcu uçağı Müslüman teröristler tarafından kaçırıldı. Bunlardan ikisi New York'taki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine çarptırılırken, üçüncü de Savunma Bakanlığı binasının üzerine (Pentagon) düşürüldü. Kaçırılan dördüncü uçak ise herhangi bir yere çarpma fırsatını bulamadan yolcuların “kahramanca mücadelesi” sonucunda Shanksville-Pennsylvania'daki boş bir araziye düşürüldü ve korsanlar dahil içindeki herkes öldü.

İlk günlerde, okuduğunuz satırların yazarı da dahil, yeryüzünde yaşayan her insan evladı bu trajik senaryoya tartışmasız biçimde inanmıştı. Aramızdan bazıları işi daha da ilerilere götürerek, fotoğrafları medyada aylarca teşhir edilen bol “Muhammed”li fail listesine öfkeyle bakarken, ağız dolusu küfür ve beddua seansları düzenlemiştik.

Ancak, aradan geçen yıllarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan yeni belgeler, bilgiler, tanıklıklar, alternatif video kayıtları ve ilk anda önümüze sürülen senaryoda sonradan yakalanan bir sürü ciddi tutarsızlık gösterdi ki kazın ayağı pek de sanıldığı gibi değil; bu meselenin içinde daha başka işler var. Burada yerim dar; ancak zahmet edip de (internetten ücretsiz olarak indirilen) “Zeitgeist” adlı tüyler ürpertici belgeseli izlerseniz, 11 Eylül faciası üzerine dudağınızı uçuklatacak nitelikte bilgilerle karşılaşırsınız. Ki bu şok edici bilgileri bizlere sunan da Taliban mücahitleri falan değil, adı-sanı belli Amerikalı yapımcılar...

Günümüzde artık Amerikan halkının bile yüzde 25'i, “9/11” olayının FBI'ın dikte ettirdiği senaryodaki gibi gerçekleşmediğini kabul eden bir bilinç düzeyine ulaşmışken, Türkiye'deki kimi “şuurlu” sinemacıların ise üç Müslüman ülkenin fiili işgalini (Filistin, Afganistan, Irak) ve ikisinin de işgal hesaplarını (Suriye ve İran) meşrulaştıran, aralarında bir sürü Müslüman liderin yer aldığı toplam 3 milyon kişinin katlini “dünyanın selameti için zorunlu bir temizlik hareketi” görünümüne sokan bu tartışmalı olayı salya sümük bir “Affet bizi ey Amerika!” feryadına dönüştürmesini, bazıları hiç kusura bakmasınlar, fakat benim midem kaldırmıyor.

Hadi diyelim ki “Zeitgeist” gibi yapımları komplo teorisyenliği noktasında fazlaca ileri gitmiş ve provokatif buldunuz; o durumda Michael Moore'un Amerikan resmî tezine çok daha yakın bir tutum benimseyen, Cannes 'da Altın Palmiye kazanmış “Fahrenheit 9/11”ini izlemeniz bile tarihin akışını değiştiren bu büyük terör olayındaki yüzlerce karanlık noktayı görmeniz için yeterli gelecektir.

New York caddelerinde dolanan orta zekâlı bir Amerikalı bugünlerde kendi kendine “11 Eylül'de tam olarak ne oldu” sorularını sorarken, “Kelebek” ise bu tür bir kuşkuculuğu gönül rahatlığıyla eleştiriyor; hattâ jenerik öncesindeki son sahnesinde yaptığı gibi bir de “tefe koyuyor”. Savunulan tez çok açık: “Ey Müslümanlar, 11 Eylül'de ABD'ye ve insanlığa karşı işlediğimiz suça kılıflar aramayı bırakıp derhal nedamet getirelim!”

Nedamet mi getirelim, hay hay! Pentagon, içine rasgele açılarla yolcu uçağı girmiş iki gökdelenin, yanısıra da olayla hiç bir ilgisi bulunmayan hemen yakınlardaki üçüncü bir binanın kendi temellerine doğru o kusursuzluktaki çöküşlerini, çöküş sırasında binaların denge sağlayıcı noktalarında gözlemlenen seri patlamaları ve olaydan sonra enkazda bulunan uçları güzelce kesilip zayıflatılmış kiriş başlangıçlarını açıklasın; ben de hiç zaman yitirmeden nedamet getireceğim!

 

1970'LERİN “MİLLÎ SİNEMA” DİLİNE DÖNÜŞ

Öte yandan, elbette ki farkındayım; “Kelebek”in biçimsel yönlerinden ziyade içeriğine dönük bir eleştiri yazısı oldu bu… Ancak, 146 dakika süren böylesine yorucu bir deneyimin biçimsel özelliklerine ilişkin olarak söyleyebileceğim çok fazla bir şey de yok. Perdede, 1970'li yılların “millî sinema” akımı filmlerine benzeyen abartılı bir teatrallikten daha fazlasını göremediğim için, üstüne uzun uzadıya konuşmaya mecalim kalmadı doğrusu… Tiradını atmak için kamera önünde -simetrik duruşlarla- sıralarını bekleyen oyuncular, “iyi çocuklar”ın yusuf yüzlü ve munis, “kötü çocuklar”ın ise sert bakışlı, agresif ve sürmeli gözlü olarak tasvir edildiği şablon tipolojiler, neredeyse tek bir dramatik gelişmenin bile aksiyonla, sinema sanatına özgü görsel karşılıklarla ifade edil(e)mediği, öyküsüne ilişkin her sırrını (tıpkı bir kaç ay öncesinin yutulması zor demir leblebisi “Dinle Neyden” gibi) bitmez tükenmez monolog ve diyaloglarla ortaya seren drama yoksunu bir akış… Teknik ekibinin televizyon filmleri çekme alışkanlığından olsa gerek, her sahnede gerekli gereksiz bir “24” dizisi havası estiren illet edici kamera titretmeleri… Ve nihayet, ilk filmini çeken bir Türk yönetmeninin bu çabasına verdiği iyi niyetli destekle gönlümüzü bir kez daha fetheden uluslararası Müslüman yıldız Hasan Mesud'un, bir sağa bir sola kaydırma yapan kamera hareketleriyle sıkıcılığı dağıtılmaya çalışılmış uzun tasavvufî vaazları…

Artık bütünüyle aştığımızı sandığım arkaik bir sinema dilinin 2009'un Türkiye'sinde olanca görkemiyle (!) yeniden karşıma dikildiğini görünce resmen nutkum tutuldu; o yüzdendir ki “Böyle bir mekân kullanımı için ABD'ye ya da Afganistan'a gitmeye ne gerek vardı, bu sahnelerin tamamı İstanbul'un varoşlarında rahatlıkla çekilirdi” şeklindeki teknik bir tartışmayı da filme gideceklere bırakıyorum.

İlle de “Kelebek” hakkında güzel bir şey mi duymak istiyorsunuz?

Hedefine isabet kaydedememiş olan bu sinemasal çabada az da olsa güzel şeyler var elbette… Luis Bunuel'in dediği gibi, “En yetersiz filmde bile izlenmeye değer bir kaç dakika bulunur.”

Öykünün bir yerinde, önüne dikkatlice bakmadan koşturduğu için Taliban komutanına çarpan bir çocuk, onun tarafından sertçe azarlanıyor ve ceza olarak kulağından çekiştirilerek sürükleniyor. Sonraki sahnelerden birinde ise aynı çocuğun bu kez yardım merkezinin avlusunda Türk kahramanla çarpıştığını görüyoruz. Ancak o, Afgan çocuğun bu dikkatsizce hareketini, hoyratlığı ve zalimliği hayat tarzına dönüştürmüş olan komutan gibi karşılamıyor, ufaklığı güler yüzlü bir hoşgörüyle uyarıp yolluyor. Müslümanlığı tasavvufî bir perspektiften görüp öyle yaşamanın doğurduğu bir davranış modeli olarak, yerli yerinde ve yerine yakışmış bir göndermeydi bu…

Dahası fazlasını isteyenlere ise verecek bir cevabım yok. Çünkü ben “Kelebek”te cidden daha fazlasını bulamadım.

Sinema yazarlığının öteden beri en sevmediğim tarafı da bu ne yazık ki… “Aman ha, kimse bana kızıp gücenmesin” dediğinizde meslekî ehliyetinizi, mesleğin namus ve şerefine uygun davrandığınızda da dostlarınızı kaybediyorsunuz.

Ancak, benim böylesine sevimsiz bir durumda fazlaca seçeneğim yok; rızkımı kazandığım bu işi lâyıkıyla yapmak durumundayım.

03.05.2009
ALİ MURAT GÜVEN

alimuratg@yahoo.com Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir

Yeni Şafak

Acılara dayanabilir misin!

Saddamın Askerleri filmi bugün vizyona girdi. Yönetmeni Gani Rüzgar Şavata, yasaklarla ve yaş sınırıyla boğuştu bu filmde. Acıların çok ağır bir tonda anlatıldığı filmin ilk onbeş dakikasını biliyorum. Çünkü on altıncı dakikada çoktaaaan...

Gani Rüzgar Şavata, heyecanına saygı duyduğum bir isim. Onun yönettiği dizileri mutlaka bir tv kanalında denk gelip izlemişsinizdir. Sinemada ise çok sayıda eser sahibi Şavata. Anadolu insanıdır, bütün mertliğiyle farklılığını ortaya koyar. İçinden geldiği gibi davranır. Bu, insanda bir 'teklifsizlik' durumu oluşturur. 'Gardaşım' diye başlayan telefonlar size sınırlarınızı kaldırma uyarısıdır ve genelde başarılı olur. Son filmi Saddamın Askerleri bugün vizyona giriyor. Sinemada Gani Rüzgar Şavata filmi izlemek isteyenler için 'unutmama' çağrısı yapayım. Filme gelince...

Saddamın Askerleri'nin galasına gittiğimde büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Siyasiler, teşkilatlar, gazeteciler ve yerinde duramayan gençler...

İnsan filmi terk eder mi?

Filme o kadar büyük ilgi vardı ki, büyük kısmı için bir seans daha düzenlendi. Kalabalığın dalgalanması sona erdiğinde film başladı. Filmin ismi Saddamın Askerleri olunca insan doğal olarak merak ediyor, acaba nasıl bir film bu diye. Malum, uzun yıllar Saddam'ın yaptığı eziyetleri duymuştuk, marşlardan bile dinlemiştik. Sonra Saddam'ı İran'a saldırtan güç kontrol edemediğinden mi acaba bilinmez, bu kez Saddam'ı bitirme kararı aldı. Bu arada olan Irak halkına oldu. Bir milyonu aşkın insan çocuk yaşlı demeden Amerika tarafından katledildi. Acaba bu hikâye de yer alacak mıydı Şavata'nın filminde. Daha açığı, bölgesel ateşi nasıl ele alacaktı? Bu merak duygusuyla oradaydım. Sonra film başladı. İlk onbeş dakikada iki tecavüz vakası vardı beyazperdede. Sonra daraldım, daraldım, yerimde duramaz oldum ve kendimi sinemadan dışarı attım!

On altıncı dakikada nefes aldığımı hissettim. Güzel, yağmurlu bir gündü. İstiklal'i bir iki kez turladım. O anda terapistim ilan ettiğim TV5 sunucusu ve programcısı sevgili dostum Yunus Göksu ile telefonun tellerinden geçemeyen ağır cümlelerim teker teker yerlere dağılıverdi. Etraftan toparlayacak gücüm de yoktu. Yunus'a filmle ilgili anlattıklarımı bir kenara bırakalım da neden çıkmıştım sinemadan, ona gelelim.

Sevgili Gani ağabey. İnsan bu kadar mı sert bir film yapar. Gerçi daha sonra gösteriminin ertelendiğini, filme yaş sınırı geldiğini de öğrendik. Şaşırdım mı? Hayır.

Gani Rüzgar Şavata filmle ilgili görüşümü sorduğunda bir doktor yalanı uydurdum ona. Doktor izin vermediği için bu tür filmleri izleyemiyorum dedim. Altta kalır mı? 'Biz senin izleyemediğin o sahnelerden daha acısını yaşadık gardaş' dedi. İşte o an benim tükeniş anımdır. Evet, benim izlemeye tahammül edemediğim o sahnelerin en ağırı bir zamanlar Diyarbakır cezaevinde uygulanmıştı. Bugün hepimizin ocağına ateş olup düşen acıların oluşturucusu 'örgüt', o ağır yükün altında ezilenlerin ıstırabıyla başımıza dert oldu en çok. Gerisi Abdülmelik Fırat'ın anlattığı, bizim duymazdan geldiğimiz. Mahmut Alınak'ın kitaplaştırdığı o acılarla Türkiye yüzleşmeden kendine gelecek gibi görünmüyor. Hâlâ içimizdeki canavarı yemlemeye devam ediyoruz. Öfkemiz kendi ırkımızın dışını düşman ilan etmeye kadar gidiyor. Sanki ABD, İngiltere gibi güçlerin memlekete verdiği zararlar çok azmış gibi güvensizliği kardeşlerimizle yaşıyoruz. Tüm öfkemizi yanı başımızda bizden daha çok acı çekenlere yansıtıyoruz. Çünkü bizim de acımız zamanla o kadar büyüdü ki! Devletin içindeki çetelerin terör olgusunu nasıl kullandığını artık biliyoruz. Binlerce sayfa iddianameden yansıyanlar kanımızı dondurmuyor mu?

Mahsun gibi korkma!

Gani Şavata'ya kızmadım dersem yalan olur! Yüzüne karşı söylediğimden burada da rahat ifade edebilirim. Ağabey, yaşadığınız acıları film yapmalısınız. Bu kadar cesaretiniz olsun. Berbat bir tuluatla öldürülen Saddam'a sığınarak acılar anlatılmaz. Eğer iyi bir şey yapmak istiyorsanız, bir ayna tutun bize. Biliyorum aynada gördüklerimizi hoş göremeyeceğiz. En fazla benim gibi bir doktor yalanı uyduracaktır çoğunluk. Ama artık yüzleşme zamanımız geldi yaşanan acılarla. Kardeşçe sarılmanın bir yolunu bulmalıyız. İçimizde bizi tüketen ıstıraplarla Kürtlerin yaşadığı acıyı anlatıyorum diye Travesti anlatan Mahsun gibi 'korkmaya' gerek var mı bilmiyorum.

Gani Rüzgar Şavata, Saddamın Askerleri filminin gelirlerini Filistin'e göndereceğini açıkladı. Bir sonraki filmi de Filistin'in acılarını anlatacak. Ben sonuna kadar izleyemedim filmini. Eğer kan, acı, savaş görmeye dayanabilirseniz perdede, buyurun film vizyona girdi bile.

Ben ne Testere filmlerini ne de Teksas Katliamı gibi filmleri izleyebiliyorum. Biliyorum, doktor yasak etmedi, ama ben bu ağır yükü kaldırabilecek güçte değilim.

Gani Rüzgar Şavata'ya yeni filmlerinde başarılar diliyorum.

01.05.2009
Bünyamin Yılmaz
milligazerte

Saddam'ın Askerleri'ne, Doğu'da seri galalar

Gani Rüzgar Şavata’nın senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği ‘Saddam’ın Askerleri: Kara Güneş’ 31 ilde 80 kopya ile vizyona girerken, filmin başrol oyuncularının katılımı ile Adıyaman ve Gaziantep’te gala yapıldı. 

Başrollerini Gani Rüzgâr Şavata, Tuğba Özay, Yalçın Dümer ve Yusuf Özpolat’ın paylaştığı, Güler Işık,  Hüseyin Beyaz, Ali Tutal ile Ayla Ötük’ün de rol aldığı film için 5 ayrı ilde gala turuna çıkılırken, dün Adıyaman ve Gaziantep’te yapılan gösterimlere halkın katılımı yoğundu.

Özellikle ünlü manken Tuğba Özay ve filmin yönetmeni Gani Rüzgar Şavata’ya büyük ilgi gösterilirken her iki ildeki galaya vali ve emniyet müdürlükleri düzeyinde katılım oldu. 

1 Mayıs’ın tatil olması dolayısıyla kargodan kaynaklanan gecikme Adıyaman’da flimi bir gün rötorlı gösterime sokarken, gala "fragmanla" da olsa gerçekleştirildi. “Aile Kültür Sinema Salonu”nda saat 11.00’da yapılan galaya Adımayan Valisi Halil Işık, İl Emniyet Müdür Yardımcısı Erol Etlik ve Saadet Partisi Adıyaman Merkez Teşkilatı üyeleri katılırken, basın da büyük ilgi gösterdi.

Yönetmen Gani Rüzgar Şavata burada yaptığı açıklamada, filmi zor şartlar altında gerçeğe en yakın sahnelerle çektiklerini belirtirken, Adıyaman Valisi Halil Işık, şehrin tek bir sinema salonuna sahip olmasının Adıyaman’a yakışmadığını ifade etti. Vali Işık, belediye başkanı ile görüşüp en kısa zamanda Adıyaman’a yakışır bir sinema salonu için kolları sıvayacaklarının müjdesini verdi. 

TUĞBA ÖZAY VE ŞAVATA'YA BÜYÜK İLGİ

Filmin Gaziantep’te yapılan galasına ise katılım bir hayli genişti. Türkiye’de “7 artı bir ses sitemi”ne sahip üç sinema salonundan birisi olan “Nakıp Ali” sinemalarında gerçekleşen galaya Gaziantep Vali Yardımcısı Gökhan Veli Kişioğlu eşiyle birlikte katıldı. Özellikle kadın sinema severlerin katılımın yoğun olduğu gözlemlenen galada en büyük ilgi yine manken Tuğba Özay ve Gani Rüzgar Şavata’ya oldu. İkiliyle resim çektirmek isteyenler zaman zaman izdihama neden olurken Tuğba Özay, kendisine gösterilen ilgiden çok memnun olduğunu ve sabaha kadar da sürse sevenleri ile resim çektireceğini söyleyerek hayranlarını geri çevirmedi.

FESTİVALLERE IRAK ADINA KATILACAK

Türkiye, İran ve Irak ortak yapımı olan Saddam’ın Askerleri filminin, ABD’nin 6yıldır devam eden Irak işgalinden beri, Irak Kültür Bakanlığı’nın ilk filmi unvanını taşıdığını belirten Gani Rüzgar Şavata, yurt dışında yapılacak bütün festivallere de Irak Kültür Bakanlığı adına katılacaklarını söyledi. Türkiye’de yapılcak hiçbir gösterime katılmayacaklarını belirten, filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Gani Rüzgar Şavata, “Saddam’ın askerleri dünyada yaşatılan tüm soykırımların ortak acısını beyaz perdeye yansıtıyor. Her ne kadar hikaye Kuzey Irak da geçse de bugün Filistin’de, Darfur’da, Lübnan’da, Somali’de ve daha birçok yerde, birilerinin elleriyle, masum insanlar acımasızca katlediliyor. Saddam’ın Askerleri katledilen masum insanlar adına ortak insanlık tepkisidir” diye konuştu.

Üç günlük Doğu ve Güneydoğu turuna çıkan Saddam’ın Askerleri filmi için bugün Şanlıurfa ile Diyarbakır’da yarın da Batman’da Gani Rüzgar Şavata, Tuğba Özay ve filmin diğer oyuncu ekibinin katılımıyla gala düzenlenecek. 

haber7.com

Kelebek: Bir günah çıkarma hikayesi

11 Eylül'e uzanan süreçte, Türkiye-Afganistan hattında bir olaylar dizisini perdeye getiren Kelebek adlı filmde adeta kraldan fazla kralcı davranılıyor.

Türk sinemasında son yıllarda görülen cüretli konulara el atma konumu en son Cihan Taşkın'ın yönettiği Kelebek filmiyle devam etti. Teknik problemlerini büyük ölçüde halleden sinemamız, sıra tema ve muhtevaya geldiğinde hala tutarlı bir temele oturabilmiş değil. Film, alışageldik kurgu yapısını zorlasa bile bünyesine hakim olan ruhun oldukça gelgitlere sahip olması nedeniyle beklentimizi karşılamayan bir çalışma oldu. 35 mm'nin görkemli görüntü gücüne rağmen yakın planın çok fazla kullanılmasıyla yer yer dizi mantığına ve klip ve reklam estetiğine yaslanan bir görünüm sergiliyor.

1990'lardan 11 Eylül'e uzanan süreçte, Türkiye-Afganistan hattında bir olaylar dizisinin perdeye getiren filmde, Afganistan'da hizmet yapan bir grup Türk'ün Afganlılarla ilişkisinde, El Kaide örgütüne alternatif bir eğitim çalışmasının faziletleri dile getiriliyor. Ancak bu yapılırken öylesine bir tavır ortaya konuyor ki, neredeyse olanlardan El Kaide adına Amerika'dan özür dileniyor ve 11 Eylül olayıyla ilgili bütün olgular müphemliğini korurken, bu tedhiş olayı İslam'ın bir tür yorumuna ihale ediliyor. Amerikan sineması bile bu olayla ilgili bu kadar açık mesajlı bir film ortaya koymamışken, Türk sinemasından bir örnek adeta kraldan fazla kralcı olarak davranıyor, üstelik bunu yaparken temellendirmeleri hiç de ikna edici olamıyor.

KAOTİK BOHÇA OLMUŞ
Baştaki hikmet ve bilgelik dolu Mevlevi ayini sahnelerinin seyirciye verdiği vecd hali, sonrasında aynı düzlemde devam edememekte ve kahramanının ruh dünyasındaki travma filmin bütününe nüfuz etmekte ve iki buçuk saate varan sarkıp giden anlatım yapısıyla, seyirci her an filmin bitmesini gözlemektedir. El-Kaideci grubun başındaki kişinin aşırı karikatürize karakterize edilişi, iki oğul, bir babadan oluşan bir ailenin bir doktor bulmak uğruna ta Afganistanlara kadar gidişi, yurtdışına çıkacak silahlı bir gruba 'Ama silahlarınızı burada bırakacaksınız' gibi komik talimatlar filmin senaryosunda da ciddi handikaplar olduğunu gösteren birkaç misal. Senaryo için çok kafa patlatıldığı hissi ortaya çıkmakta ancak gereğinden çok olgunun senaryoya harmanlanmasıyla ortaya kaotik bir bohça çıkmış.

Filmi gerçekleştiren ekibin aslında istişare düsturuna yakın durması projeye çok şey kazandırabilirdi ve film perdeye yansımadan hiç olmazsa kaba kurgu aşamasında değişik mahfillerin tecrübesine müracaat edilebilirdi. Sinema sanatı, uzun ve soluklu bir kendini verişe, gerek seyretmeyle gerekse okumalarla geçmesi gereken bir sürece muhtaç bir uğraşıdır. Estetik bir duygu ve duyarlılık, belli bir zihniyet yapısıyla içi dolu olarak yoğrulduktan sonra ancak sağlam yapılı eserler verilebilecektir. Türk sinemasının kendinden emin bir tevazuya ihtiyacı var zannediyoruz.

02.05.2009
İhsan Kabil

timeturk.com