11 Mayıs 2009 Pazartesi

Yeşilçam, dünya sinemasıyla rekabet edebilecek mi?

Türk sinemasının hayatta kalma şansı bir bakıma dünya sinemasının kaderine bağlı. Dünya sinemasını bekleyen pek çok tehlikeden bahsedilebilir. Hollywood'un ezici üstünlüğü elden bırakmaması, sadece yapım değil dağıtım ağında da belirgin üstünlüğünü devam ettiriyor olması vesaire...

Ayrıca yüksek teknolojinin yeni ortamlar oluşturması Amerikan sinemasının bile kaçamadığı bazı tehditleri beraberinde getiriyor. İnternet ortamının sağladığı kolaylıklar telif haklarından ürün paylaşımına kadar her şeyi etkileyecek gibi görünüyor. Bugün kitap ve müzik endüstrisinin temel pazarlama ve satış taktiklerini altüst eden teknolojik gelişmelerin yarın sinemayı, tiyatroyu, gazete ve televizyonları etkilememesi düşünülemez. Her şeyden önce bir bakıma tüketici durumunda olan seyircinin beklentileri değişiyor. Daha konforlu ortamlar hazırlamak yetmiyor mesela. Daha mobil, erişimi daha kolay, hatta daha fonksiyonel araçlar talep ediyor insanlar. Belki de bu yüzden bazı fütüristler gelecekte gazetenin, televizyonun, bilgisayarın, sinemanın vs. aynı mekanizmada buluşacağını varsayıyor. Aynı aygıt sayesinde pek çok işi birden yapmak ve bunu gerçekleştirirken hayata bütün yoğunluğu ile devam etmek, insan aklını karıştırır mı, insan ruhunu yorar mı; bütün bu sorulara bizim vereceğimiz cevapla, sanal ortamın sinesinde büyüyecek nesillerin vereceği cevap farklı olabilir...

Sinema da sınavdan geçecek

Geleceğe dair pek çok kehanet dile getirilse de tarihi tecrübe aslında her şeyin bir kâbusa dönmeyeceğini işaretliyor. Görünen o ki teknolojik gelişmeler eski ya da klasik dediğimiz formatları zorluyor, değiştiriyor, dönüştürüyor; ancak ortadan kaldıramıyor. Mesela sinema, tiyatroyu yok edemedi; ancak klasik formatını değiştirdi. Televizyonların radyoları tarihe gömmesi bekleniyordu. O da olmadı. Zira radyonun zevki başka, televizyonun hazzı başkaydı. Buna rağmen radyo, televizyondan sonra o eski radyo formatını sürdüremedi. İnternet yaygınlaştığında gazetelerin tarihe karışacağını söyleyenler oldu. Hâlâ da bu iddiada ısrar edenler var. İnternetin sunduğu imkânlar tabii ki gazete ve dergileri zorlayacak; onlarda şekil ve içerik değişikliğine yol açacak. Belki bilgi aktarmanın da ötesine çıkılmasını, analiz yönünün daha da derinleşmesini sağlayacak ve o derinlik marka değerlerinin su yüzüne çıkmasına sebep olacak. Ancak bu durum, bir mecranın yok olması anlamına mı gelecek; yoksa yeni kanalların açılmasına mı; onu bekleyip göreceğiz...

Sinema da benzer bir sınavdan geçecek. Şekil bakımından geçireceği evrim ve çeşitlilik bir yandan klasik formatını zorlasa da diğer yandan muhtevanın orijinalitesi daha da önem kazanacak.

Bugün internet ve bilgisayarın sunduğu dijital ortam düşünülmeden medyanın hiçbir sahası hakkında kesin bir tahminde bulunamıyoruz. Zira her geçen gün küçülen ama küçüldükçe fonksiyonları artan bir yapı çıkıyor karşımıza. Daha değişken, daha dinamik, daha kullanışlı ortamlar; hatta daha bireyselleştirilmiş imkânlar sunuyor modern teknoloji. Bu durumun, klasik formatları etkileyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Bu gelişmeyi yeni olanın eskisini yok etmesi olarak algılamak doğru değil. Medyanın iki temel fonksiyonu sayılan bilgilendirme ve eğlendirme, teknolojik gelişmeler nedeniyle yeni arayışlar içinde olacak; ancak bunu klasik formatların cenaze ilanı gibi algılamak yanlış olur. Demem o ki, televizyonlar sinemayı yok etmeyecek ama sinemaya yeni bir hava katacak. Hâlihazırda kattığı hava bunun en açık örneği sayılır.

Mesele sadece sinema salonları, sinema seyircileri, DVD teknolojileri vesaire değil. Teknoloji, sinema yapımını da, pazarlamasını da, satışını da, sunumunu da, dağıtımını da etkiliyor. Daha da etkileyecek. Dün platolara duyulan ihtiyaçla bugünkü ihtiyaç tabii ki aynı değil. Yarın iyi bir film yapmak için çok daha değişik ortamlar gerekecek. Dijital teknoloji, bir yandan yapım aşamasında zengin imkânlar sunuyor diğer yandan seyredeni etkileyecek ses ve görüntü sistemlerini kuruyor. Bugün bile teknolojik donanımı vasatın üstünde bir salonda arkadan gelen bir cismi ensenizde hissediyor, yukarıdan gelen bir helikopteri başınızın üstünde duyuyorsunuz. Kullanılan teknoloji sizi olayların içine çekiyor; seyirci olmaktan adeta çıkarıyor, olayın içine atıyor.

Yapım aşamasındaki teknoloji akıl almaz imkanlar sunuyor yapımcıya. Örneğin, başrolünü Robin Williams'ın oynadığı What Dreams May Come (Aşkın Gücü) filmi, muhteşem bir aşk hikâyesini beyazperdeye taşır. Çocuğunu kaybetmiş bir doktor, yaralı bir kişiye yardım etmek isterken trafik kazasında ölür. Kendini bir anda cennette bulur. O cennet sahnesinin kırk sene önce bu kadar muhteşem resmedilmesi mümkün değil. Bilgisayar teknolojisinin sunduğu imkânlar kullanılarak peygamberlerin anlattığı cennet tasvirlerinden yararlanılır. Karşımızda altlarından ırmaklar akan, muhteşem meyveleri, göz kamaştıran güzellikleriyle cennet manzaraları vardır artık. Teknolojinin sunduğu bu hayali tablo, çocuğunu ve eşini kaybeden kadının intiharıyla cehenneme döner. Cehenneme atılan karısını görmek için yalvaran doktora cehennem gösterilecektir. Cehennem sahnesi tüyler ürpertici bir sahicilik içinde verilir. Gırtlaklarına kadar gömülmüş insanlar, zebanilerle baş başa kalmış günahkârlar, akrepler, yılanlar... Azap üstüne azap. Bu inşirah veren ya da inkisara yol açan görüntülerin mimarı modern teknolojidir. Vakıa, filme ismini veren cümle Shakespeare'den alınmıştır, hikâye de oldukça ilginçtir; ancak bu basit öyküye can veren, modern teknolojinin bizzat kendisidir.

Özellikle uzay filmleri ve büyük savaş filmlerinde teknolojinin filme sağladığı imkân çok net bir şekilde gözlenebiliyor. Mesela 5 dalda Oscar alan Gladyatör filminden teknolojiyi çekip alsanız film çıplak kalır. On binlerce adamı arena tribünlerine toplamak mümkün olsa bile, o savaş sahnelerini bire bir çekmek imkânsız. Ya da 11 Oscar almış Titanic filmindeki o dev geminin batışı bugünkü teknolojiyle anlatılmasa film basit bir aşk hikâyesi olmaktan kurtulamaz.

Teknoloji başarı için yeterli değil

Sağladığı onca kolaylığa rağmen teknoloji; bir filmde hikâyenin çürük çıkması, seyirciyi yakalayamaması, kadronun uyumsuzluğu gibi sebepleri ortadan kaldırmıyor. Buna da örnek sayılamayacak kadar çok. Mesela 1995 yapımı Waterworld (Su Dünyası) büyük harcamalarla yapılmıştır, ama sonuçta istendiği kadar başarı elde edememiştir. Aslında Kevin Costner'ın yakaladığı hikâye hiç de fena değildir. Yeryüzünün tamamen suya teslim olduğu, toprak parçasının altın kadar kıymete bindiği bir öyküde insanoğlunun da evrim yaşadığı varsayılmış, o vahşi ortamdan bir macera derlenmiştir; ancak 175 milyon doların boşa gittiğine dair yaygın bir kanaat oluşmuştur...

Toparlayacak olursak, Türk sineması öncelikle sinema sanatını bekleyen global krizlere hazır olmalı ki kendine doğru bir rota tayin edebilsin. Çünkü başarının formülü ne sadece teknolojiyle gerçekleşiyor ne de teknolojisiz. Meselenin aslı, dünyadaki gelişmeleri yakalamanın yanında zihniyet sorununu da çözmektir. En başta dünya sinemasını bekleyen tehditleri dikkate almak, ona göre hazırlanmak gerekiyor. Vaktiyle Türk sineması kendi tabanını oluşturacak damarlar buldu; ancak o fırsatları hovardaca harcadı. Türk sinemasında özgünleşme ve markalaşma sürecini baltalayan; dolayısıyla bindiği dalı sürekli yok eden bir yapı var. Daha önce bu sayfalarda mercek altına almaya gayret ettiğimiz insan tiplemeleri ile ilgili sinema tartışması bu yüzden önemli. Sinemamızdaki ana damar (marjinal çalışmaların yeri hatta önemi ayrı bir konu) hayata ve insan gerçeğine ne kadar yaklaşacak sorusu Türk sinemasının geleceğini belirleyecek...

Müsaadenizle dış etkenleri bir kenara bırakarak Türk sinemasını bekleyen sorunları bir başka yazıya havale edelim...

09.05.2009
Ekrem Dumanlı

Zaman

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder