2 Mayıs 2009 Cumartesi

Bir Medeniyetin itirazı İran Sineması

Hollywood'un algınıza işleyen tarzının karşısında duran doğa abidesi. Batı medeniyetini kendi silahıyla 'tehdit' eden, bir medeniyet itirazı olarak yerini alan İran Sineması'ndan bahsediyorum. Beklentilerinizi düşük tutarak adımlamaya başladığınız, nihayetinde ise sahte dünyanıza dönmenizi engelleyen bir serüven...

'Kötü' ifadesini kullandığınız zaman, karşısındaki 'iyi'nin varlığını da ortaya koymuş olursunuz (Eşya zıddıyla malumdur). Modern zamanın bireyselliği bencillikle karıştıran kavram kargaşasının en temel ürünü olan "Batı" ifadesi, medeniyet sözcüğünü yanına alınca bir "Doğu"yu da var etmiş oldu. Oryantalist bakış da peşisıra doğmak için geç kalmadı. Aslına bakarsanız bu durumu doğuran da aynı bakıştı. Ve karşımıza ise yönleri emeline alet etmiş bir kavram garabeti çıktı.

Bu garabete bir itiraz gerekiyordu. En doğu yolla, en doğal şekliyle ve yerel renklerle en evrensel duyulara hitap eden bu itirazı Şark'ın göbeğinde bulduk.  Batı medeniyetini kendi silahıyla 'tehdit' eden, bir medeniyet itirazı olarak yerini alan İran Sineması'ndan bahsediyorum...

Bir "doğa abidesi"

Hollywood'un algınıza işleyen tarzının karşısında duran doğa abidesi...

Beklentilerinizi düşük tutarak adımlamaya başladığınız, nihayetinde ise sahte dünyanıza dönmenizi engelleyen bir serüven...

'Küçük şeylerden mutlu olmak' ve 'hiçbir şeyi küçük görmemek' yetilerini damarınıza şırınga eden ve bunu hissettirmeyen usta bir hemşire gibi, sınırlar içinde sınırları aşan ütopya; İran sineması... Hollywood, 'özgürlük' kisvesi altında emperyalizmin propaganda malzemesi haline gelirken, İran sineması; "dar ve çizilmiş sınırlar" içerisinde İran İslam Cumhuriyeti rejiminin propaganda aracı olmak şöyle dursun, sistem eleştirisini izleyiciye 'tadında' aktaran bir lisan kullanıyor.

Düzen ve sistem eleştirisi yaptığı en bariz özelliklerinden biri İran sinemasının. Ama yerel ya da ulusal kalmayıp, o mütevazı duruşuyla dünya görüşlerini ve yaygın dünya duruşunu eleştirebilen bir dilden bahsediyorum.  Batı'nın, çöktüğü dillendirilmeye başlanan, gerçekten kokusu burnumuza gelen ve malum ifadeyle 'tek dişi kalmış canavar'ın ipliğini pazara çıkaran bir objektif...  Şiddet ve seksapalitenin öne çıktığı sinema dilinden, yerelliğin evrensel tadını zihninize nakşeden 'edep' dolu, 'edebî' olan ve doğallıkla görselliği sağlayan bir damak tadı çıkıyor ortaya.

İran Devrimi'nin "7. Sanat"a verdiği önem

Abbas Kiarostami, Mohsen Makhmalbaf ve kızı Samira Makhmalbaf, Majid Majidi, Cafer Panahi...  Son dönem İran sineması çok sayıda isim çıkardı ortaya. Özellikle devrimden sonra gözlenen gelişmeyi kelimelerle ifade etmek zor. Şer'i idare altında yok olması beklenen "7. Sanat", başta devrimin önderi Humeyni başta olmak üzere birçok yeni İran yönetimi tarafından önemli bir 'araç' olarak görülüyor. Bu yeni bir bakış olmamakla beraber, tarihten ders alan yerinde bir tutumdur. Zira günümüzün 'süper gücü' ABD, 'doğrularını' sinema ve medya yoluyla yayıyor. Bizim zamanımızın gençliği Rambo'nun Vietnam'a özgürlük (!) götürmek isterken rehin kalan 'kahraman' Amerikan askerlerini kurtarmak için harcadığı çabalara tezahürat etti. Öyle ki, bugünün 'terörist' oluşumu olarak gösterilen Taliban, o dönemde 'Rus tehlikesi'ne karşı savaşan 'mücahitler'di.

ABD bu 'sanatsal gücü' 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'dan almıştı. O döneme kadar 'sinema gücü' Avrupa'dadır. Hatta Hitler, kitleleri peşinden sürükleyebilmek için savaş öncesi ve süresince kahramanlık filmleri çekerek herkese izlettirir.

Ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

İşte böyle bir tablodaki kara çizgilere renk veren fırça darbesidir İran sineması...

İran filmleri genelde şehirden uzak ve bulunduğu yerde de özel alanlarda geçiyor. Hiç kapalı alana girmeyen film olduğu gibi (Kara Tahtalar), bir arabanın içinden hiç çıkmayan yapımlar da var (Ten-10).  Basitlikle sadelik, bayağılıkla doğallık, karmaşa ile görsel zenginlik, alet olmakla alet olarak kullanma arasında o kadar ince bir çizgi var ki; İran sineması, doğru tarafın ta kendisi oluyor.

Sanat kim içindi?

Üstad Necip Fazıl'ın söylediği gibi: "Anladım ki sanat Allah'ı aramakmış, gerisi çelik-çomakmış."  İran sineması "7. Sanat"ı tam da bu noktada hizmetimize sunuyor.

Mecit Mecidi (Majid Majidi) bunun en önemli temsilcisi diyebiliriz. En çok bilinen filmi Cennetin Çocukları, Oscar'a aday gösterilecek derecede kabul görür dünyada ve ABD'de bazı eyaletlerde ders olarak okutulacak nispette tesir eder Batı'da.

İran sinemasının da en önemli isimleri arasında gösterilen Mecidi'nin, filmlerinde 'fıtrat dili' kullanıldığı göze çarpar. Kur'an-ı Kerim ve diğer kutsal kitapları referans aldığı bilinen Mecidi, bir söyleşisinde, "Bu kitaplarda Allah insanlara aşktan, ruhtan bahsediyor" diyor ve özellikle peygamber kıssalarını da örnek gösteriyor.

Görsel şiir - Şiirsel film: Gabbeh (Kilim)

İran sinemasıyla ilgili okuyacağınız yazılarda Sarhoş Atlar Zamanı ve Kara Tahtalar filmlerinin altının çizili olduğunu göreceksiniz. Ancak benim için altı çizilmek bir yana, her anı çivi yazısıyla dünyanın bütün levhalarına kazınacak iki film var.

Birincisi Gabbeh (Kilim).

Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği, kendinizi kesinlikle bir rüyada hissedeceğiniz 'sinemasal' bir eser. 'Görsel şiir' tanımını hak eden, yanı sıra şiirsel bir anlatımı da bünyesinde barındıran bir film Gabbeh. Bir filmden başka ne beklenir ki...

Bir aşk hikayesi; bizzat kahramanların dilinden ve yine kahramanlarla beraber izlenen; mavi bir kilime nakşedilmiş 'aşk resmi'nden doğan; ölümsüz, ve fakat vuslatla ölen duyguların edebî bir lisanla, en estetik sinema diliyle; zihninizde rengini, gözlerinizde başrol oyuncusunun gözbebeklerindeki parlaklığı bırakan Gabbeh...

İran sinemasının genelinde gözlemleyebileceğiniz kültür-sinema birlikteliğini Gabbeh'te iliklerinize kadar hissedersiniz. Filme de zemin olan mavi kilim ile birlikte, kilimde temsil edilen 'esas kız'ın Farsî siması mıhlayıveriyor sizi yerinize. Müzik olgusunun çok az kullanıldığı, doğal seslere ve doğanın sesine yer verildiği İran filmlerinin en güzel örneklerinden olan Gabbeh'te, yaşlı adamın "Gab-beh Ha-nı-ı-ımmm" şeklinde kağıda dökebileceğim bir sesleniş tarzı var ki, anlatılmaz hissedilir bir etki bıraktı bu fakirde.  Kilim yapımına, ipliklerin boyanmasına, koyunların kırpılmasına en doğal haliyle şahitlik ettiğiniz Gabbeh, duyguların ve doğanın dile geldiği, bütün modern zaman şamatasının sustuğu gerçek bir senamasal şölen.

Görüntü ve ses ahengi: Cennetin Rengi

Hafzalamda her daim yeri olacak bir diğer İran filmi ise Cennetin Rengi...

Mecid Mecidi'nin besmele ile başladığı ve "Hâlâ şükretmezler mi?" ayetiyle biten film, görme özürlü bir çocuk vasıtasıyla, hakikati 'gözümüze sokan' bir eser.

Tahran 'daki bir körler okulunda yatılı olarak eğitim gören küçük Muhammed, okulu bitince babasının yanına döner. Ancak babası gönülsüzdür Muhammed'i yanına almaya. Zira duldur ve evlenme planları yapmaktadır. Babanın gözü o kadar dönmüştür ki, çocuğunu bile bile ölüme göndermeyi bile hesaplar. Birkaç denemede başaramasa da, Muhammed'in ölümü yine babasının yanında olur.  Çok sevdiği ninesi ile Muhammed ölürken 'cennetin rengini'görürüz. Bir nur rengidir. Sarıya çalan bu renk, ninenin yüzünü, Muhammed'in ise elini aydınlatır. Bu ironideki ağır manaya bakar mısınız? Eliyle hayatı anlamaya, elleriyle görmeye çalışan Muhammed, 'cennetin rengi'ni de eliyle görür.

Mecidi'nin görsel açıdan filme çok şey kattığını da eklemeden geçemeyeceğim. Zihnimize yerleştirilen oryantalist bakış açısının çok uzağında, yeşillikler içinde, rengarenk çiçek bahçeleri ve tarlalarla süslü sahneler, yönetmenin elinde ayrı bir şölen halini almış.  Filmin içinde o kadar çok imge ve simge vardır ki...

Körlere özel yazma tekniğini öğrenen çocukların dersine iştirakimizde, kağıdı delen özel kalemlerinin 'tak tak' sesleri bir kenarına işlenir zihnimizin. Filmin devamında Muhammed ile beraber ağaçkakanların çıkardığı seslerden 'doğayı okumaya' çalışırız. Evet, tam ifadesi bu. Muhammed, dokunarak ve dinleyerek doğayı okur. Mecidi de izleyiciye okutur elbet. İşte bir yönetmenin mahareti burada çıkar ortaya. Amâ gözlerden dökülen yaşlarla yanaklarınızın ıslandığını, akıntıya kapılan Muhammed'in peşinden suya atlayan babasının azgın dalgalarla boğuşmasında (öznel kamerayla) nefsinizin daraldığını hissediyorsunuz.

Kiarostami'nin fetişizmi: Arabalar

İran sinemasının son dönemdeki önemli isimlerinden olan Abbas Kiarostami'nin çok ilginç bir özelliğini de vurgulamadan geçemeyeceğim.

Hemen her filminde arabalara özel olarak rol biçen Kiarostami için bu tam anlamıyla fetişizm halini almış. Ten (10)  filminde sadece arabanın içinde geçen bir senaryoya tanık olurken, Kiraz Tadında'da ise, dakikalarca araba peşinde 'pan yapan' kamera hareketleriyle karşılaşırsınız. Sebebini tam olarak bilemesem de, arabanın, modern zaman ideolojsinin sahibi Batı'daki günlük hayatın önemli araçlarından olmasının bu fetişizmde büyük payı olduğunu düşünüyorum.

29.04.2009
Abdulhamit Güler
Türkiye

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder