Şerif Gören’in Fuat Çelik’in öyküsünden filme aktardığı Katırcılar bu sahne ile başlar. 1987 yapımı film, Bingöl’de çekilmiş. Göz alabildiğine beyaz her yer, insan kendini bir kâbusta ya da bir simülasyonda zannedebilir. Bir kurgunun bu kadar can sıkıcı olması akla başka bir şey getirecek gibi değildir zaten. Meselâ, Morfeus Neo’ya Matrix’i anlatmaya çalışırken de öncelikle bembeyaz bir oda ( ya da uzam) aracılığı ile dener bunu. Özelde Bingöl, genelde Doğu Anadolu simülasyona (benzetim) yer vermeyecek ya da başvurmayacak kadar yakındır bu gerçeğe.
Doğu ve güneydoğu insanının toprakla, kendisiyle ve ‘düzenle’ mücadelesini eksene alan öykü ve romanların –tabir caizdir her halde- pıtrak gibi çoğaldığı 70–88 yılları sinemacılar için de bulunmaz bir fırsattı –ki çoğu yönetmen de bunu değerlendirmiş ve benzer filmler çekilmişti. Öyküde; Osman Şahin ve Bekir Yıldız’ın ortaya koydukları ‘doğu performansları’ kimileyin gerçek ile hayalin ya da hurafenin kırması bir anlatımla ulaştırılır ‘merkez’ okuruna. Mekân olarak İstanbul’u tutan ‘entelektüel’ sınıf da bu öyküler ile bir dünya oluştururlar kafalarında. Gidip görme imkânı olsa bile pek de tercihe şayan olmadığı için gezerek değil de çok okuyarak ‘bilme’ edimini gerçekleştirmiş olurlar.
İşte Katırcılar türün revaçta olduğu zamanlarda, yine türün kadrolu oyuncuları tarafından ve yönetmeni tarafından filme aktarılır. Filmin öyküsü oldukça sıradan ve basit… İlçeler ile il arasında kaçak mal taşıyan katırcılar geçimlerini bu şekilde sağlamakta, kaçak malı taşıtan ağalar da bu garibanlar üzerinden deveyi hamutuyla götürmektedir… Tabi tüm bu olup biteni merak eden, kurcalayan birileri de olmalıdır, o da İstanbul’dan ilçeye gelmiş bir gazetecidir. Gazeteci kadındır, tabiatın bu çetin şartlarının hüküm sürdüğü beldeye ne diye gelmiştir peki, e tabiî ki İstanbul’da tüm hikayeler –haberler- bir birine benzemektedir. Üç katırcı; Rüstem (K. İnanır), Abdurrahman (H. Ergün) ve Ramazan. Tabi her birinin ayrı bir derdi vardır: Rüstem, civar beldelerde görülen bir salgın yüzünden tedirgindir çünkü küçük kızını merak etmekte aldığı son işi bitirip bir an önce köyüne dönmeyi düşünmektedir. Abdurrahman, başkasıyla kaçan karısını vurup-vurmamakta kararsızdır ve bu kararsızlık hali devam ettikçe dedikodu da durmaz. Ramazan, sevdiği kızın derdiyle melül, başlık parasını bir türlü denkleştirememektedir. Kendi hayatlarının acısıyla kavrulan bu üç dağ adamı aldıkları tütün işinde jandarma tarafından suçüstü yakalanır. Biri ihbar etmiştir onları… Tüm hikâye, bu üç kaçak mal taşıyıcısının şehre götürülmesi ile başlar. Tipik bir yol hikâyesi yani… Tipinin kapattığı yollar açılana kadar beklenmeyeceği için üç er ve bir çavuş yanlarında şehre gitmek isteyen gazeteci ile beraber çıkarlar bu zorlu yola. Yol, askerlerin gideceği-bileceği türden kolay olmaz. Tipi şiddetini arttırır.
Sinemaya kurgucu olarak başlayan Şerif Gören (1944), 70’li yıllarda Yılmaz Güney’e yönetmen yardımcılığı da yapmış. İlk ciddi film işini Yılmaz Güney’in 1974 yılında Yumurtalık savcısını öldürmesi yüzünden mahkûm olmasından sonra yaptı. Güney’in yarım bıraktığı Endişe’yi Gören tamamlar. Bugüne kadar 37 film çeken Gören cinsel melodramlardan komediye denediği her türde toplumculuk, sosyal gerçekçilik ilkelerine bağlı kalmaya çalıştı. 1982’de senaryosunu Y. Güney’in yazdığı Yol Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye (C. Gavras’ın Missing’i ile birlikte) almayı başardı. Her ne kadar film Güney ismi ile özdeşleşse de yönetmen Şerif Gören’dir. Bu bakımdan 1987 yılında çektiği Katırcılar Yol filminden pek uzağa düşen bir film değildir. Yol’da genel mekân olarak seçilen karlı dağlar ve yollar Katırcılar’da da vardır. İnsan dramları ortaktır. Bölge ortaktır zaten.
Yol boyunca askerlerin eğlenmek için oynadıkları dönemin meşhur oyunu “evet-hayır” bile belirli bir klikten bakıyor meseleye. Dilinde ya da kelime dağarcığında evet-hayır olmayan, onun yerine tüm saflığı ve benliği ile “he-yok” diyen ere bir türlü yasak kelimeleri söyletemeyen İzmirli bir başka er… Evet-hayır kelimeleri yerine doğduğundan bu yana he-yok demeyi bellemiş birine beyhude bir çaba ile bir şeyleri söyletme çabası bile filmin aslında doğu insanını hangi ‘haklı’ kalıplar içerisinde görmek istediğini gösteriyor. Kendi güldüğü, eğlendiği bu yarışmaya Diyarbakırlı gencin de kendisi gibi tepki vereceğini zanneden erin şaşkınlığı, onu bir kültüre/kültürsüzlüğe konumlandıramayışından kaynaklanıyor. Toplumsal gerçekçi yazarların da en büyük hatası burada zaten: Gördüklerini anlama çabasında içinde değiller, onlar salt ‘bildiklerini’ gördüklerine uydurmaya çalışıyorlar. Ve belki de hiç tükenmeyecek bir konu olan ‘geçim’ kaygısını iyi bir dille sinemaya aktaran Gören, burada kaybediyor. Filmi belli bir görüşün tellalı olmaktan öteye geçemiyor.
Gören, filmini iyi bir atmosferde çekmiş. Özellikle kar ve tipinin vurduğu insanların sertliği, karın altında mağaraya benzer duran evlerin çaresizliği filmin en canlı sahnelerini oluşturmaktadır. Filmin başrolünü üstlenen Kadir İnanır anlamsız maço tavırları ile filmi berbat etse de Halil Ergün’ün yöre insanını yansıtan sessiz, düşünceli hali kurtarıyor onu. Son olarak filmde gazeteci kadın rolünde Ayşegül Aldinç var ki ortalama bir oyunculuk sergiliyor yani olmasa da film çok şey kaybetmezmiş, diyesi geliyor insanın.
Yılmaz Yılmazyilmazadana@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder