Cumaertesi ekibi üşenmemiş, seri halde çıkan deneme niteliğindeki sinema yazılarım hakkında görüş almış. Halit Refiğ, Yücel Çakmaklı, Suat Yalaz, Hülya Koçyiğit, Sezer Sezin, Kadir İnanır, Sırrı Süreyya Önder, Alin Taşçiyan gibi önemli isimler de lutfetmiş, tenkitlerini, teyitleriyle beraber beyan etmiş. İşin doğrusu çok istifade ettim. Tartışmanın başka boyutları üzerinde de durmak gerekiyor; çünkü daha sağlıklı bir sinema dili yakalayabilmek için meseleye farklı boyutlarda bakmak gerekiyor.
Tefeci Yahudi, işbirlikçi Ermeni!
Türk sinemasında niçin hacı-hoca tiplemesi genelde negatiftir?' sorusu sadece dini duyarlılık ile sorgulanmıyor. Dindar tiplemesi en acıtıcı, en belirgin örnek olduğu için seçiliyor. Yoksa daha konuşulacak çok klişe var bu ülkede. Bir gün birisi çıksa ve 'Türk sinemasında Kürt tiplemesi' diye bir inceleme başlatsa çok çarpıcı sonuçlara ulaşmaz mı dersiniz? Ya da 'köylü' klişeleri çok mu iç açıcı bir manzara çıkarır karşımıza? 'Zalim toprak ağaları'ndan bir demet sunmaya kalksanız ortada bir tane namuslu mülk sahibi kalır mı acaba? 'Despot feodal beyler'in dışına çıkacak kaç tipe rastlayabilirsiniz Allah aşkına? Daha öteye de gidilebilir ve şu keskin soru yöneltilebilir: Türk sinemasında 'tefecilik yapan, muhteris ve sinsi Yahudi' tiplemesinden yakayı kurtaracak kaç karakter bulunabilir? 'Arap Bacı' tipi neden hep aynı şiveyle hep aynı edayla konuşur? 'Karadeniz uşağu' hep mi saftır, 'Kürt işçi' hep mi sefildir, 'Ermeni usta' hep mi 'işbirlikçi'dir?...
Madalyonun diğer yüzü 'kahramanlar'ı işaretliyor şüphesiz. Ve o kahramanlar nedense hep birbirine benziyor. Yakışıklı mı yakışıklı, güzel mi güzel, boylu boslu ve tabii ki vatansever, fedakar, kendini insanlığa adamış... Vaktiyle bir film sansür uygulamasına takılır da sebebi uzun zaman anlaşılmaz. Meğer filmdeki bir sahneye takmıştır heyet. O menfur (!) sahnede gardiyanın şapkası düştüğünden 'devletin manevi şahsiyeti'ne saygısızlık yapıldığı sanılmıştır. Uzun hem de çok uzun yıllar bu ülkenin beyazperdesine öğretmen tipi 'kötü karakter' olarak yansımaz. Çünkü rejim onların himayesindedir. Peki ya subaylar, savcılar, hâkimler, polisler... Onlar hep 'bir melek' edasıyla sunulur kitlelere. En ilginç olanı da doktorlardır. Daima müşfik, daima babacan, daima bilge insanlardan oluşur tabipler.
Aslında 'iyi karakter' tiplemesinin modernleşme serüvenimizle ilgisi var. Mesela Mektep-i Tıbbiye ve Mektep-i Harbiye, yıkılan imparatorluğumuzun adeta kurtuluş kıblesini gösterir. Bütün ıslahatlar ve icraatlar oradan başlayarak yapılır. Modernleşme oralardan başlayınca o meslekten gelenler, kısa bir süre sonra ülkenin 'yüksek zümre'si haline gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de bu durum aynen devam etmiştir. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra yeni devletin misyonunu askerler, öğretmenler, doktorlar, mühendisler yapmıştır. Dolayısıyla çok uzun yıllar sinema kendini bu meslek erbabına karşı azizler muamelesi yapmak zorunda hissetmiştir...
Sorun da tam burada başlıyor aslında. Bir zümre bitamamiha idealize edilip, başka kesimler de bilkülliye kötü ilan edilebilir mi? Tabii ki bunu yaptığınız an, hayat gerçeğinden koparsınız. Çünkü her meslekten iyi ve kötü insan yetişir. Hatta hiçbir fert tepeden tırnağa iyi ya da kötü olmaz. Zaten iyilik de kötülük de göreceli kavramlar değil midir? Genelgeçer kabulleri bile esas alsak yine de insanların hem iyi hem kötü yanları bulunabilir; çünkü insanın nefsi vardır ve insan içindeki o ezeli düşmanla sürekli boğuşmak zorundadır.
İnsanların bir bölümünü topyekûn yaftalayıp karalama yahut aklayıp yüceltme işlemi aslında hukuken de bir suçtur; ancak Türk hukuk sistemi bu suça henüz yeterince mana verememektedir. Türkiye'de modern hukukun en temel konularından olan ayrımcılık (discrimination) ve nefret oluşturma (hate crime), hukuki bir konu değil de, sanki etik bir tartışmaymış gibi algılanıyor. Oysa hukuken her ikisi de suçtur ve ağır cezalara çarptırılmayı gerektirir. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde ırk ayrımı, cinsiyet ayrımı, din ayrımı vs. yaparak bir kişiyi ya da bir kitleyi mağdur hale getirmek büyük bir suçtur; 'hoş görülebilecek bir ayıp' değil...
Velhasıl-ı kelam, karşımızda sadece bir zümrenin sinema yoluyla bir menfi kalıbın içine hapsedilmesi ve onurunun kırılması değil; insan haklarının ihlali sayabileceğimiz bir suç bulunmaktadır. Aslında sadece sinemada değil bu sorun. Tiyatro sinemadan daha mı masum ayrımcılıkta? Hayır. Ya da roman daha mı adil stereotip oluşturma faslında? Hayır. Kurguya dayanan sanatlarda klişelerin ısrarla yaşatılması ile ideolojik şartlanmışlık arasında sıkı bir bağ var ki bağnazlık oradan alıyor kirletilmiş ilhamlarını...
Stereotip incelemelerin deşifre ettiği bir başka gerçek daha var ki onun üzerinde de ayrıca durmak gerekiyor. Klişe tipler ve yaftacı benzetmeler, aydın halk ilişkilerini (belli bir oranda da olsa) gün yüzüne çıkarır. Aydınların fikri arka planında hangi hülyalar ya da heyulaların dolaştığına dair ipuçları vardır kurguya dayalı eserlerde. Yaldızlı imajların altını kazısanız yahut yaftalı tiplemelerin arkasındaki nedenleri sorgulasanız karşınıza aydınların topluma yaklaşım biçimi çıkar. Jakobenlik, demokratlık, çoğulculuk, özgürlükçülük, faşistlik, yardakçılık... Tiplemeler yoluyla ortaya konulan genellemeler, aydınla devlet arasındaki (daha geniş manada aydın-otorite arasındaki) mesafeyi de işaretleyebilir.
Sinema ezberini bozmalı
Sonuçta film yapımı entelektüel bir gayretin ürünüdür. Ne kadar objektiflik arayışı olursa olsun, nihayetinde ortaya çıkan ürün, düşünce gücüne ve zenginliğine dayanmaktadır. Bizim gibi aydın, entelektüel, ulema, mütefekkir, okur-yazar vs. ayrımlarının tam yapıl(a)madığı toplumlarda kimin nerede ve nasıl bir pozisyon alacağı önemli ipuçları barındırır.
Batı'daki otoriteye başkaldırıdan ve düşünce özgürlüğüyle beslenen aydının geleneğinin yerinin bizdeki kadar tutucu ve statükocu bir pozisyon alamadığı aşikâr. Bizde aydın, kendini daima otoritenin yanında görüyorsa, halkı da rejime yönelik bir tehdit gibi algılıyorsa ve onu 'adam etmeyi' kafasına koymuşsa ısrarla tiplemeler yapılması başka bir anlam kazanır ve iş toplum mühendisliğine gider dayanır. Bu açıdan da bakıldığında görsel sanatların en cazip araçlardan biri olan sinemanın nasıl bir ezber oluşturduğuna dikkatlice bakma farz oluyor. O kapıdan süzülen kimi araştırmacıların romana da, hikâyeye de, tiyatro eserine de benzer bir tecessüsle yaklaşması lazım ki kendini 'seçkin' sayan kitlelerle bazen bir deli gömleğine hapsedilmeye çalışılan ve dolayısıyla 'yığın' muamelesine maruz kalan kitleler arasındaki gizli husumetin şifreleri çözülebilsin. Bu çözümlemeden çıkacak yüzleşme aslında egemenliği temsil eden bütün birimlerle (bazen de kişilerle) halkın yüzleşmesini, demokratik tahammül kültürünün kökleşmesini sağlayacaktır.
Sözün özü şu: Maalesef bu ülkenin sinemasında klişeler vardır ve adeta beyin yıkama metotlarıyla ezberletilmiş bu tipler, kitleleri çok uzun süre rahatsız edecek bir hoyratlıkla sergilemiştir. Bunun en çarpıcı örneği, din adamı, hacı, hoca, dindar karakterleriyle karşımıza çıkmıştır. Yalnızca onlar mı? Tabii ki hayır! Bazı kitleler her daim iyi bazı insanlar da her zaman 'kötü' resmediliyorsa ortada klişeler var demektir ki hiçbir klişe insan gerçeği ile örtüşmez ve toplum realitesiyle uyuşmaz. Bu nedenle özgür düşünceye inanan herkes klişeler yıkılacağı ana kadar kurgular yoluyla inşa edilen putları kırmaya mecburdur; ama ayrım yapmaksızın bütün putları...
Not: Birkaç defadır sinemayı merkeze alarak 'Bu olmamalı' türünden yazılar kaleme aldım. 'Peki nasıl olmalı' sorusu hep boşlukta kaldı belki de. Bu nedenle 'Nasıl bir sinema istiyorum' şeklinde birkaç deneme yazısı için sizden müsaade istiyorum; tabii ki başta bu işin üstatları ve uzmanlarından...
18.04.2009
Ekrem Dumanlı
Zaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder