Aşkı ile öfkesi arasında sıkışıp kalmış bir köylü kızı DİLBER'İN SEKİZ GÜNÜ Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, Türkiye yapımı Dilber (Nesrin Cavadzade), çocukluk çağlarından beri deliler gibi sevdiği Ali (Osman Akça) ile evlenme hayâlleri kuran bir genç kızdır. Buna karşılık, Ali'nin babası (Macit Sonkan) oğlunu bir başka kızla evlendirmek için arkadaşına söz vermiştir ve oralarda verilen böylesi sözler de her ne pahasına olursa olsun tutulmak zorundadır. Baba otoritesi karşısında çaresizlik içinde kıvranan Ali için bu durumdan herhangi bir çıkış yolu yoktur; çocukluk aşkına zorunlu olarak bir başkasıyla evleneceğini söyler. Dilber ise teslimiyeti asla kabullenemez, eline geçirdiği bir orakla Ali'nin evini basar. Genç kızın bu delice tepkisinden ürken Ali'nin babası, durumu ona da izah etmeye çabalar. Duygularıyla oynandığını ve aptal yerine konulduğunu düşünen kahramanımız ise anlatılanlardan ikna olmak bir yana, o cinnet ânında hayatının en önemli kararını verir. Madem ki töre böyledir, o da bu dakikadan sonra kendisini istemeye gelen ilk adamla, ötesine berisine bakmadan evlenecektir. Genç kızın bu ilginç yeminini haber alan kasaba okulunun topal hademesi Mehmet (Fırat Tanış), onu yakınlarından istemek üzere hemen köye doğru yola koyulur. Aile üyeleri, topallığı yüzünden o güne kadar hiç kimsenin kızını vermediği bu yoksul, ancak son derece dürüst ve duygusal damat adayını karşılarında görünce ne yapacaklarını şaşırırlar. Fakat, Dilber'in inadı inattır ve o bu izdivaca peşinen onay vermiştir. “Dilber'in Sekiz Günü”, senarist ve yönetmen Cemal Şan'ın 2005'den bu yana üzerinde çalıştığı “akıl, kalp ve ruh” temalı “aşk üçlemesi”nin üçüncü ve son halkasını oluşturmakta… Böylelikle Şan, “Ali'nin Sekiz Günü” (akıl) başlayıp “Zeynep'in Sekiz Günü” (kalp) ile ilerleyen üçlemede “ruh” üzerine son sözlerini de bu yapıtıyla söylemiş oldu. Çekimleri Mardin'in Nusaybin ilçesinde gerçekleştirilen “Dilber'in Sekiz Günü”, Güneydoğu'nun fakir bir köyünde annesi, babası ve kardeşleriyle yaşayan baş kahramanı üzerinden Türkiye'nin bu bölgesini hem kadınlar hem de erkekler için kocaman bir hapishaneye çevirmiş durumdaki “Kürt feodal gelenekleri”ni eleştirel bir gözle ele alıyor. Film, duygusal finali itibarıyla da Türk sinemasının ölümsüz klasiklerinden “Selvi Boylum, Al Yazmalım”a bir tür saygı duruşu niteliğinde… 26.04.2009 |
28 Nisan 2009 Salı
Aşkı ile öfkesi arasında sıkışıp kalmış bir köylü kızı
Beverly Hills Çuvava
Orjinal Adı : Beverly Hills Chihuahua Tür : Komedi / Macera Gösterim Tarihi : 24 Nisan 2009 Yönetmen : Raja Gosnell Senaryo : Analisa LaBianco , Jeffrey Bushell , Jeffrey Bushell (Kitap) Görüntü Yönetmeni : Müzik : Yapım : 2008, ABD , 91 dk. Chloe, elmas tasmalı şımarık bir Beverly Hills Çuvava dişi köpeğidir. Lüks yaşam stilinin tadını çıkarırken çevresinde dolanan ve onun için çıldıran Papi adlı erkek Çuvava’nın farkında bile değil gibidir. Ancak sahibesinin yeğeni Rachel tarafından Meksika’ya götürülünce orada kaybolur. Ülkesine geri dönmeye çalışırken yanında sadece eski bir polis köpeği olan Delgado vardır. Chloe’nin kaybolduğunu duyan Papi, hemen yollara düşer. Gerçek aşkını kurtarmak için çıktığı bu yolculuğunda üç köpek, iki insan (Piper Perabo ile Manolo Cardona), bir fare ve sinirli bir iguana ile güçbirliği yapacaktır. |
Parti Tırtılları
Orjinal Adı : Disco Ormene Tür : Animasyon Gösterim Tarihi : 23 Nisan 2009 Yönetmen : Thomas Borch Nielsen Senaryo : Morten Dragsted Müzik : Jörg Lemberg Yapım : 2009, Danimarka / Almanya , 79 dk. Seslendirenler : David Bateson , Heather Carino , Helle Dolleris , Trine Dyrholm , Peter Frödin , Jason Graae Solucan Barry’nin sıkıcı bir hayatı vardır, ta ki bir gün babası ona eski bir plâk hediye edene dek. Mükemmel dans eden Barry, senede bir düzenlenen şarkı yarışmasına katılmak için bir grup kurmaya karar verir. Ancak hayat, tempo tutmak kadar kolay değildir. Barry ve arkadaşları bir gün, yem niyetine topraktaki yuvalarından koparılıp alınıverirler. |
Başka Semtin Çocukları
Tür : Dram Gösterim Tarihi : 24 Nisan 2009 Yönetmen : Aydın Bulut Senaryo : Aydın Bulut , Serkan Turhan Görüntü Yönetmeni : Tolga Çetin Müzik : Yapım : 2008, Türkiye , 95 dk. Oyuncular : Mehmet Ali Nuroğlu (Semih) , İsmail Hacıoğlu (Veysel) , Volga Sorgu Tekinoğlu (Simo) , Ertan Saban (Gürdal) , Eyşan Özhim (Canan) , Bülent İnal (Kerim) , Avni Yalçın (Ali Dayı) , İpek Yaylacıoğlu (Saadet) , Özge Özder (Gül) , Erkan Bektaş (Haydar) , Serkan Keskin (Engin) , Taner Barlas (Hasan) , Bora Sivri (Nusret) , Filiz Ahmet (Beyza) Kardeşinin katilini bulmak için harekete geçtiğinde cevaplanması zor sorularla dolu bir başka savaşın içine sürüklenen Semih, gerçeğin arayışı içinde iz sürerken, "kaybedilen" şeyin sadece kendi kardeşinin hayatı olmadığını görecek, "Öteki İstanbul" da kaybetmeye mahkum edilmiş hayatların öfke ve çaresizlik duygularıyla beslenen sert yüzüyle de hesaplaşmak zorunda kalacaktır. |
Aşkı ile öfkesi arasında sıkışıp kalmış bir köylü kızı
Aşkı ile öfkesi arasında sıkışıp kalmış bir köylü kızı DİLBER'İN SEKİZ GÜNÜ Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, Türkiye yapımı Dilber (Nesrin Cavadzade), çocukluk çağlarından beri deliler gibi sevdiği Ali (Osman Akça) ile evlenme hayâlleri kuran bir genç kızdır. Buna karşılık, Ali'nin babası (Macit Sonkan) oğlunu bir başka kızla evlendirmek için arkadaşına söz vermiştir ve oralarda verilen böylesi sözler de her ne pahasına olursa olsun tutulmak zorundadır. Baba otoritesi karşısında çaresizlik içinde kıvranan Ali için bu durumdan herhangi bir çıkış yolu yoktur; çocukluk aşkına zorunlu olarak bir başkasıyla evleneceğini söyler. Dilber ise teslimiyeti asla kabullenemez, eline geçirdiği bir orakla Ali'nin evini basar. Genç kızın bu delice tepkisinden ürken Ali'nin babası, durumu ona da izah etmeye çabalar. Duygularıyla oynandığını ve aptal yerine konulduğunu düşünen kahramanımız ise anlatılanlardan ikna olmak bir yana, o cinnet ânında hayatının en önemli kararını verir. Madem ki töre böyledir, o da bu dakikadan sonra kendisini istemeye gelen ilk adamla, ötesine berisine bakmadan evlenecektir. Genç kızın bu ilginç yeminini haber alan kasaba okulunun topal hademesi Mehmet (Fırat Tanış), onu yakınlarından istemek üzere hemen köye doğru yola koyulur. Aile üyeleri, topallığı yüzünden o güne kadar hiç kimsenin kızını vermediği bu yoksul, ancak son derece dürüst ve duygusal damat adayını karşılarında görünce ne yapacaklarını şaşırırlar. Fakat, Dilber'in inadı inattır ve o bu izdivaca peşinen onay vermiştir. “Dilber'in Sekiz Günü”, senarist ve yönetmen Cemal Şan'ın 2005'den bu yana üzerinde çalıştığı “akıl, kalp ve ruh” temalı “aşk üçlemesi”nin üçüncü ve son halkasını oluşturmakta… Böylelikle Şan, “Ali'nin Sekiz Günü” (akıl) başlayıp “Zeynep'in Sekiz Günü” (kalp) ile ilerleyen üçlemede “ruh” üzerine son sözlerini de bu yapıtıyla söylemiş oldu. Çekimleri Mardin'in Nusaybin ilçesinde gerçekleştirilen “Dilber'in Sekiz Günü”, Güneydoğu'nun fakir bir köyünde annesi, babası ve kardeşleriyle yaşayan baş kahramanı üzerinden Türkiye'nin bu bölgesini hem kadınlar hem de erkekler için kocaman bir hapishaneye çevirmiş durumdaki “Kürt feodal gelenekleri”ni eleştirel bir gözle ele alıyor. Film, duygusal finali itibarıyla da Türk sinemasının ölümsüz klasiklerinden “Selvi Boylum, Al Yazmalım”a bir tür saygı duruşu niteliğinde… 26.04.2009 |
Artık Iğdır'da da sinema var
Haftanın 3 günü vizyondaki filmler seyredilebilecek. Iğdır'da vatandaşlar artık sinemada film izleyebilecek. |
İstanbul Film House, Pratik Çalışma Atölyesi
Amacı özgür düşünceli sinemacılar yetiştirmek olan istanbulfilmhouse.com, Pratik Çalışma Atölyesi’nin ilkini 09 - 31 Mayıs 2009 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştiriyor. Pratik Çalışma Atölyesi’nde site üzerinden verilen teorik bilgilerin film üretimi yönünde uygulaması yapılacak ve ardından bir kısa film çekilecek. Bu kısa filmin her aşamasında site eğitmenlerinin yönlendirme ve koordinasyonu altında mezunlar yer alacaklar. Adres:ES - Kitap Cafe, Osmanağa Mah, Osmancık Sok, No: 7/4, Kadıköy, İstanbul. |
Okur ve Yazar İletişiminde Son 10 Yılın En Ciddi Sorunu
Bugüne kadar bu sitede yayımlanan yazılarıyla, kendi adıma pek çok yeni şey öğrenmemi, bu arada da bildiğimi sandığım kimi şeyler üzerine yeniden düşünmemi sağlamış olan değerli meslektaşım (kabûl ederse bir parçacık da dostum) Ali Ulvi Uyanık Bey, bir kez daha can yakıcı bir konuya temas etmiş bulunuyor. Onun bu yazı kapsamında tam olarak ne demek istediğini, neye gücendiğini, kimi ve kimleri eleştirdiğini, muhtemelen bu ülkede en iyi anlayabilecek 5-10 kişiden biri olduğumu sanıyorum. Çünkü, geçmişte gerek sinema, gerek müzik, gerek politika, gerekse hayatın herhangi bir cephesine ilişkin pek çok yazımdan sonra, bahse konu olan internet kovuklarında yaşayan bazı sefil yaratıklar tarafından, insan muhayyilesinin alabileceği en iğrenç, en aşağılık ifadelerle taciz edilmiş, hakarete uğramış ve en temel kişilik haklarına saldırılarda bulunulmuş bir medya mensubuyum ben… Sebebi mi? Sebebi çok basit… Birilerinin hayata bakış açısına ters gelen yazılar yazmam ya da haberler hazırlamam… İnternet aleminin "humanoid"lerine göre, birine yakası açılmadık küfürler ve en aşağılayıcı ifadeler eşliğinde hakaret etmek için fazlasıyla yeterli bir nedendir bu… Ali Ulvi Bey'in de vurguladığı gibi, biz sinema yazarları, kamunun incelemesine açık bir alanda, gerçek kimliğimiz ve fotoğraflarımız eşliğinde mesleki bir bilgi satıyoruz. Üstelik her satırımız da yasaların sürekli denetimi altında. Herhangi bir hak ihlâli ya da saygısızlığımızda kanunun bizi bulması ve yakamıza yapışması en fazla saatlere bakar. Haksızsak bu hatamızı yargılanarak ve tazminata mahkûm edilerek öderiz. Üstüne üstlük bizlere aynı köşede bir de tekzip yayımlatırlar. Oysa, 1990′ların ortalarından itibaren Türk internetinin bütünüyle denetimsiz dünyasında âdeta bir amip gibi türeyen son derece acayip, asosyal bir insan kuşağı, kendini her türlü ahlâkî ve hukukî sınırın dışında kabûl ederek, "hoşuna gitmeyene gönlünce saydırma" üzerine kurulu psikopatça bir hayat tarzı inşa etmiş durumda. Bu tür hastalıklı tiplere göre, bir nickname kullanılan her site, başka insanlara ve onların görüşlerine pervasızca hakaret etme hakkı verir. Birileri yazıları, görüşleri ya da konuşmalarıyla canınızı mı sıktı? Başlarsanız onun hakkında aklınıza gelen her türlü aşağılama sıfatını ardı ardına dizmeye… Sözgelimi ben, yazılarından dolayı şimdiye kadar yalnızca Ekşi Sözlük'te bile, "yazarımsı"dan "insanımsı"ya, "insan müsveddesi"nden "sinema çiziktiricisi"ne kadar uzanan çok geniş bir yelpazede, muhtelif çap ve markalarda yüzlerce hakarete maruz kalmış bir gazeteciyim. Siz, kamuoyu önünde, görüşleriniz birilerinin hoşuna gitsin ya da gitmesin, o görüşlerinizin hukukî ve ahlakî sorumluluğunu peşinen üstlenerek, gerçek adınız ve sanınızla çıkıyorsunuz. Eviniz belli, telefonunuz belli, gerektiğinde haczedilmek için maaş bordronuz belli… Fakat, sizi bir nedenle sevmeyen, sizden nefret eden ve nefret etmeyi de spor haline getiren, memleketin ya da dünyanın herhangi bir yerindeki biri, beş dakikada aldığı bir üyelik ve bir nickname'in ardına sığınarak, kamunun takibine açık bir sitede size aklına gelen herşeyi saydırıyor. Ne asgari bir nezaket duygusu, ne de hukukî bir sorumluluk hissetmeksizin… Oysa, Türkiye Cumhuriyeti'nde, bu tür "dangalak"ların yüzde 90′ının henüz daha bir tek satırını dahi okumadığı, okumadığı için de bilmediği bir "Basın Yasası" var. Ve internet de uzun süreden bu yana bir basın mecraı olarak kabûl ediliyor. Yani, benim gazetemdeki köşemde herhangi bir vatandaş için "sefil herif" yazmamın hukukî sonuçları her ne ise, "nick name"lerin ardına sığınarak efelik taslayan bir internet ucubesinin böyle bir konudaki yasal sorumluluğu ve yapılacak takibat sonucunda muhatap olacağı hukukî ceza da aynı… Ancak, günlük yaşantısının yüzde 90′ını ekran başında geçiren ve gerçek hayatta deşarj edemediği saldırgan duygularını, muhalif olduğu kişilere yüzyüze iletmeye maçasının asla yemeyeceği duygu ve düşüncelerini nickler üzerinden internette ifade etmeyi alışkanlık haline getirmiş kimi psikopatlar, sanal âlemde (bile) artık böyle bir kara düzen olmadığını henüz bilmiyorlar. Bilmedikleri için de son iki yıl içinde avukatımın yasal girişimleri ve gönderdiğim ihtarnamelerle böylelerinin pek çoğunu büyük bir keyifle paniğe sürüklüyorum. Bu tür saldırganlık ve tacizlerin en yoğun yaşandığı adres olan Ekşi Sözlük'te, şimdiye kadar hiç sildirmediysem, hakkımda 15-20 dolayındaki küstah, terbiyesiz ve doğrudan hakaret içeren ifadeyi sildirmişimdir. Saldırganlıkta ölçü tanımayan, ayarını iyice kaybedip diğerlerinden çok daha ileri gitmiş bir internet soytarısıyla da halen Bakırköy Sulh Ceza Mahkemesi'ndeki davamız sürüyor. İnternetin her köşesini bir veba gibi kaplayan bu düzeysiz üslûp sorunuyla mücadele etmede o kadar kararlıyım ki ya ben bunların en sivrilerini tek tek buldurup tazminata mahkûm ettireceğim, ya da bu mesleği tümden bırakıp yakınlardaki bir köye çiftçilik yapmaya gideceğim. Daha, hayatı boyunca günlük bir gazeteye 40 kuruş vererek düzenli gazete satın alma alışkanlığı kazanamamış; sinema, müzik, günlük gazete… akla gelebilecek her türlü kültürel gıdasının teminini internet beleşçiliği ve korsan yayın üzerine kurmuş olan bu tiplerin kafasının basmadığı bir durum var: Bir gazeteci ya da yazar, lunaparkta boş boş gezinenlerin suratına rahatça pasta fırlatabilecekleri bir soytarı değildir. Para bile ödemediğiniz bir yayını internet üzerinden beleşe takip edip, orada okuduğunuz bir yazarın yazısına ilişkin olarak ilk bulduğunuz sanal boşlukta "nick name"lerle istifra edemezsiniz. Yazarlar size böyle bir rahatlama hizmetini vermek için değil, çalıştıkları kurumda profesyonelce görev yaptıkları ve bilgi birikimlerini kitlelerle paylaştıkları için maaş alıyorlar. Muhalefet etmenin, görüş bildirmenin, karşı olmanın ve eleştirmenin de evrensel bir edebi vardır. Babanıza söylemeye korktuğunuz bir sözü, yazısını okuduğunuz bir yazara da söylemeyeceksiniz. Ha, beni ırgalamaz, ben söylerim diyorsanız, o durumda bunun yasal karşılıklarına da katlanacaksınız. İnsanı, diğer pek çok meslek grubundan daha erken yaşlandıran ve sinirlerini harap eden bir sektörün mensupları olarak, ne ben, ne de diğer meslektaşlarım hiç bir klâvye delikanlısının geceyarısı mayhoşluğu içinde yazdığı, serbest atış şeklinde ardı ardına dizilmiş hakaretlerini sineye çekmek mecburiyetinde değiliz. Gazeteci olmak, hiç birimize böyle bir sorumluluk yüklemiyor. Ciddi bir fikir tartışmasına girmek ayrı birşey, daha hayatında bir şehirden diğerine gitmemiş, ama yaptığı bilgelik tafralarına baktığınızda evrenin sırrını çözdüğünü sandığınız bir yeniyetmenin küstahlıklarıyla karşılaşmak apayrı birşey… Benim bugüne kadar muhatap olduğum internet saldırganları, yazdıklarına sahip çıkma noktasında bile o kadar tırsıktılar ki, pek çoğu (gün olup yaşacaklarını hiç düşünmedikleri) yüzyüze karşılaşmalarımızda, ya da kendilerine sürpriz telefonlarla ansızın ulaştığımda, "Aman ağabeyim, canım ağabeyim, o an ne yaptığımı düşünemedim, affet ağabeyim, hemen o kötü entrylerimi silicem" edebiyatına sığındılar. Gece yarısı ikide klâvyenin başında yalnız başınayken başka, günışığında muhatabıyla karşılaşınca ise bambaşka bir ruh halinin tezahürü olan bu ikircilik hal de iki kat daha fazla sinirlenmeme neden oluyor doğal olarak… Yukarıdaki sevimsiz bilgilerin ışığında sevgili meslektaşımıza ısrarlı tavsiyem şudur: İnternet saldırganlığına kesinlikle boyun eğmeyiniz. Ülkemizde, gerek Ekşi Sözlük, gerekse diğer forum ve toplu paylaşım siteleriyle ilgili olarak son yıllarda gayet düzgün işlemeye başlamış bir hukuksal mevzuat var. Aleyhinize medeni eleştiri sınırlarını aşan hakaretamiz bir metin yayınlamışlarsa, UYARDIĞINIZDA BUNU SİLMEYE MECBURDURLAR. Silmiyorlarsa mutlaka hukuk yoluna başvurun ve ihtarnamenizi gönderin. Çünkü başka türlü, kuralsız bir cangılı andıran Türk interneti asla düzelemeyecek, medeni bir tartışma platformuna dönüşemeyecektir. Saygılarımla, (26 Nisan 2009) Ali Murat Güven |
26 Nisan 2009 Pazar
Disney, hep aynı filmi çekiyormuş!
Walt Disney'in uzun aralıklarla yaptığı farklı çizgi filmlerde, aynı kareler tekrar tekrar kullanılmış. Robin Hood ve Winnie The Pooh gibi Walt Disney’in en sevilen çizgi filmlerindeki bazı sahneler, stüdyonun daha önceki çizgi filmlerindeki bazı karelerin bire bir tekrarından oluşuyor. Animasyonda ‘geri dönüşüm tekniği’ olarak bilinen bu uygulamada, daha önce hazırlanmış sahneler, sadece arka planı değiştirilerek yeni filmde aynen kullanılıyor. Bu tür yapılan çizgi filmlerin biri 1973 yapımı Robin Hood... Bu çizgi filmdeki pek çok sahne daha önce, 1937 yılında gösterilen ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’, 1967 yapımı ‘Ormanın Kitabı’ ve 1970 yapımı ‘Aristokrat Kediler’ adlı çizgi filmlerde kullanılan sahnelerin tekrarından oluşuyor. 1977 yapımlı ‘Winnie The Pooh’ adlı çizgi filmdeki Christopher Robin’nin bir tepeye çıkışının aynısını, on yıl önce yapılan ’Ormanın Kitabı’ adlı çizgi filmin kahranı Mowgli yapmıştı.
Mowgli’nin bir köpek tarafından yalandığı sahnenin aynısı, dört yıl önce gösterilen ‘Taştaki Kılıç’ adlı çizgi filmde kullanılmıştı. |
Hayat maçına 3-0 yenik başlayan varoş insanları
Kısa film yönetmenliğinden gelen ve popüler televizyon dizileriyle tanınan yönetmen Aydın Bulut, katı gerçekçi bir anlatımla bezeli ilk uzun metrajlı sinema çalışması “Başka Semtin Çocukları”nda objektifini metropolün ürkütücü ve karanlık yüzüne çeviriyor. BAŞKA SEMTİN ÇOCUKLARI Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, Türkiye yapımı Güneydoğu'daki askerî operasyonlarda PKK'ya karşı gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle ödül olarak bir ay erken terhis edilen Semih (Mehmet Ali Nuroğlu), askerden döndüğü gün mahallesinde kardeşinin cenazesiyle karşılaşır ve derin bir öfke içinde onun katilini aramaya başlar. Genç adam, kardeşini katleden kişiyi bulmak üzere girdiği karanlık âlemlerde, cevaplanması zor sorularla dolu bir başka savaşın içine doğru sürüklenecektir. Mayınlı bir araziye benzeyen bu ortamda gerçeğin izini sürmeye çalışırken kaybedilen tek şeyin kardeşinin hayatı olmadığını fark eden Semih, “Öteki İstanbul'da peşinen kaybetmeye mahkûm edilmiş binlerce hayatın öfke ve çaresizlik duygularıyla beslenen sert yüzüyle de hesaplaşmak zorunda kalacaktır. ANTALYA'DA 3 ÖDÜL KAZANDI İlk gösterimini geçen sonbahardaki 45'inci Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yapan “Başka Semtin Çocukları”, bu festivalin ulusal yarışma bölümünde “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” (Volga Sorgu Tekinoğlu), “En İyi Sanat Yönetmeni” (Türker İşçi) ve “Behlül Dal / Genç Yetenek Ödülü”nü (Aydın Bulut) kazanarak dikkatleri üzerine çekmişti. Bir grup “baştan kaybetmiş” kahramanın hayatlarına ilişkin paralel kurgular üzerinden akıp giden film, İstanbul'un polisiye olayların hiç eksik olmadığı huzursuz semti Gazi Mahallesi'nde yaşayan iki yakın arkadaşın, “daha güzel bir hayat” özlemi içinde, içinde yuvarlanladıkları sefil ortamdan kurtulma hayâllerini ve bu hayâlleri gerçekleştirebilmek için ödemek zorunda oldukları bedelleri konu alıyor. “Başka Semtin Çocukları”, her ne kadar yönetmenine özel alerjisi olduğu hissedilen bir kitle tarafından daha Antalya ve İstanbul Film Festivalleri'ndeki gösterimlerinden itibaren acımasızca harcanmaya çalışıldıysa da özellikle oyuncu performansları ve katı gerçekçi üslûbuyla dikkate değer bir ilk film… Uzağında durmaya özen gösterdiğimiz böylesi sektörel kıskançlıklar bizi zerrece ilgilendirmediği için daha bir serinkanlı bakabildiğimiz bu yapıt, yakın gelecekte siyasal sinema alanında önemli işler çıkartacak bir sanatçının doğuş sancılarıyla bezeli. İstanbul'un göbeğinde, güvenlik güçlerinin ancak -tankla, tüfekle ve panzerle girerek bastırabildiği, bazen onlarla bile baş edemediği- Gazi Mahallesi gibi otorite sallamaz bir yerleşim merkezinin bulunuyor olması her ne kadar gerçekse, bu topraklarda Alevî-Sünnî aşklarının yaşadığı trajik açmazlar ve varoş çocuklarının hayata ilk adımlarını atarken karşılarına çıkan iç karartıcı seçeneksizlik hâli de aynı düzeyde gerçek… O yüzdendir ki Bulut, “Recep İvedik” ve “Arog” gibi “Hadi, hep birlikte yırtılırcasına gülelim eğlenelim, arada da cukkayı dolduralım” kaygılarının karşısında sırf bu can yakıcı toplumsal meseleleri kendisine dert etmişliğiyle bile belli bir saygıyı hak ediyor. SERT BİR FİLM, AMA… Ha, yönetmenin siyasal, ahlakî ve toplumsal olgulara bakışında hiç uyuşmazlıklarımız yok mu; var elbette… Ancak, zor koşullar altında ilk filmini çeken, henüz yolun çok başındaki bir sinemacıyla böylesi yıpratıcı tartışmalara girmek gibi bir önceliğimiz yok. Hele de Mehmet Ali Nuroğlu, Volga Sorgu Tekinoğlu ve İsmail Hacıoğlu gibi genç kuşağın pırıltılı oyuncularından bu denli başarılı performanslar elde ettikten sonra… Zaman zaman tahammül sınırlarını aşan küfürlü diyalogları ve kimi siyasal/ahlâkî/toplumsal tezlerine koyduğumuz muhalefet şerhine karşılık, sinema beğenisi olarak son yıllarda fazlasıyla sefa düşkününe dönüşmüş olan bu ülkede, böylesine sığ bir beğeni dalgasının karşısında mutlaka “acıtıcı” bir sinemanın da varolması gerektiğini öteden beri ısrarla savunuyoruz. Devlet ve toplum olarak bir türlü yüzleşmek istemediğimiz bazı gerçekleri yüzümüze zorla vuran “Başka Semtin Çocukları”, bu açıdan önemsenmesi gereken, özünde son derece iyi niyetli bir çabanın ürünü. Ancak, dediğim gibi, şiddet ve argo konusunda hassas olanlar uzak dursunlar; çünkü bu öyküde, son dönemlerde ardı ardına izlediğimiz -toplumsal gerçekçi olma iddiasındaki- diğer bazı filmlerin, sözgelimi aşırıya kaçmış bir “denge kaygısı” nedeniyle fena hâlde zedelenen “Güneşi Gördüm” gibi örneklerin naifliğinden eser yok. 26.04.2009 |
'Fazla dökme abi, annem ıslanır'
Öksüz ve babaları tarafından dışlanmış iki kardeşin hikâyesini anlatan 'Kız Kardeşim Mommo', maziye gömdüğünüz anıları tekrardan gün yüzüne çıkaracak türden bir yapım. Herkesin küçüklüğüne dair birçok hikâyesi vardır. Bu hikâyeler çoğunlukla, ailemizin bir bireyi, dostumuz ya da beslediğimiz hayvanımızla alakalı, gülümseten kimi zaman da hatırlandığında hüzünlendiren anılardır. Hayatınız sürdükçe bu hatırlar sizinle bütünleşir ve iyi ya da kötü olsun onlardan kaçışınız yoktur. Bu hafta gösterime giren 'Kız Kardeşim Mommo' da size çocukluk anılarınızı tekrardan hatırlatacak ve maziye gömdüğünü düşündüğünüz hatıralarınızı her sahnede daha da belirgin hale getirecek kaçırılmaması gereken bir yapım. Dede ve çocukların yaşam savaşı'Kız Kardeşim Mommo' Konya'nın Hüyük ilçesinin Çavuş Köyü'nde çekilen bir dram filmi. 9 yaşındaki Ahmet ve ondan birkaç yaş küçük Ayşe'nin yaşama karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Ayşe'yi canlandıran Elif Bülbül ve Ahmet'i oynayan Mehmet Bülbül oyunculuklarıyla da seyirciden tam puan alırken, özellikle de Ayşe'nin masumane yüzü, hüzünlendiren duruşu ve mimikleri seyirciyi filme hapsetmeye yetiyor. İkilinin dokunaklı hikayesine geldiğimizde ise Ayşe ve Ahmet annelerinin ölmesi üzerine bir kez daha evlenen babalarının pısırık yapısı yüzünden üvey anneleri Döndü tarafından kapı dışarı edilir. Çocuklar çareyi felçli dedelerinin yanına sığınmakta bulur. Lakin Hasan dede sol el ve bacağını kullanamamaktadır. Buna rağmen çocukları sahiplenir ve onlarla beraber yaşamaya başlar. Hikâye de çoğunlukla çocuklar ve dedeleri arasında geçiyor. Özellikle de Hasan dedenin tüm olumsuzluklara rağmen çocuklara öğretmeye çalıştığı dua ve sureler, çocukların zor zamanlarında sığındığı liman olan 'İstanbullu Bakkal' seyirciye fazlasıyla sempatik gelecektir. Kız kardeşini her türlü kötülükten özellikle de hayali bir yaratık olan Mommo'dan korumaya çalışan Ahmet aynı zamanda babalık, annelik ve ağabeylik gibi zorlu görevleri yürütmektedir. Zaman geçtikçe Hasan dedenin kendi durumunu düşünerekten çocukları iyi bir yere verme düşüncesi vardır. Almanya'daki teyze tek umuttur. Çocuklar Almanya'ya gitme hayaliyle günlerini geçirirken aslında pek de istemedikleri sonuçlarla karşılaşacaktır. Seyirci bu filme sahip çıkmalıGerçek hayattan uyarlanan filmin senaryosu filmin yönetmeni de olan Atalay Taşdiken'e ait. 'Kız Kardeşim Mommo' Atalay Taşdiken'in ilk filmi olmasına rağmen seyirciye istediğini fazlasıyla veren bir film. Özellikle de Hasan Uğur'un muhteşem yorumu ve film müzikleriyle film seyircinin bir filmden bekleyeceği tüm özellikleri bünyesinde barındırıyor. 'Kız Kardeşim Mommo' son zamanlarda büyük bir çıkışa geçen Türk sineması için büyük bir kazanç gibi duruyor. Fakat yaklaşık 100 koltuklu sinemada ben dahil sadece 2 koltuğun dolu olması da bir sinemasever olarak üzüntü verici bir durumdu. Sinemaya gitmeyen seyirciye sorduğunuz da hep şu cevabı alırsınız, "doğru düzgün bir film gelmiyor ki." Fakat son yıllarda ailece seyredilecek çok iyi filmler çıkmasına rağmen insanımız kendi sinemasına destek vermekten üşeniyor. 'Kız Kardeşim Mommo' belki çok iyi gişe yapamayacak, lakin seyretmeyenler için çok büyük kayıp olacaktır. Gözyaşlarınıza hakim olamayacaksınızNaif hikayesi ve doğal anlatımıyla seyirciye dört dörtlük bir sinema şöleni sunan filmin konusu olan iki kardeşin hikayesi fazlasıyla yüreğinizi burkacak türden. Diyaloglar daki sahicilik ve mekândaki otantik hava sizleri belki geldiğiniz köyü anımsatacak belki de çocuklukta yaşadığınız anılarınızı tekrardan yaşamınıza neden olacaktır. Hatıralarla yoğrulan yüreğiniz final sahnesine geldiğinde duygu sağanağına kapılacak. İnatla tuttuğunuz gözyaşlarınızı anılarınızla beraber salıvereceksiniz. Sinemadan çıkarken ise Ahmet'in annesinin mezarına su dökerken Ayşe'nin fısıldadığı şu replik beyninizi kemiriyor olacaktır. "Fazla su dökme abi, annem ıslanır" Filmden notlarGerçek hikâyeden yola çıkılan filmin mekânı olan Çavuş Köyü olayın yaşandığı yerdir. Köyde yaşamını sürdüren çevre halkı da filmde kısa rollerde görünüyor. Filmde oynayan Elif Bülbül ve Mehmet Bülbül bölgedeki okullardan seçildi. İki yıldır sağlık sorunlarıyla boğuşan ve yarı felçli Mete Dönmezer filmde de felçli dedeyi başarıyla canlandırıyor. |
Aşkı ile öfkesi arasında sıkışıp kalmış bir köylü kızı
Aşkı ile öfkesi arasında sıkışıp kalmış bir köylü kızı DİLBER'İN SEKİZ GÜNÜ Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, Türkiye yapımı Dilber (Nesrin Cavadzade), çocukluk çağlarından beri deliler gibi sevdiği Ali (Osman Akça) ile evlenme hayâlleri kuran bir genç kızdır. Buna karşılık, Ali'nin babası (Macit Sonkan) oğlunu bir başka kızla evlendirmek için arkadaşına söz vermiştir ve oralarda verilen böylesi sözler de her ne pahasına olursa olsun tutulmak zorundadır. Baba otoritesi karşısında çaresizlik içinde kıvranan Ali için bu durumdan herhangi bir çıkış yolu yoktur; çocukluk aşkına zorunlu olarak bir başkasıyla evleneceğini söyler. Dilber ise teslimiyeti asla kabullenemez, eline geçirdiği bir orakla Ali'nin evini basar. Genç kızın bu delice tepkisinden ürken Ali'nin babası, durumu ona da izah etmeye çabalar. Duygularıyla oynandığını ve aptal yerine konulduğunu düşünen kahramanımız ise anlatılanlardan ikna olmak bir yana, o cinnet ânında hayatının en önemli kararını verir. Madem ki töre böyledir, o da bu dakikadan sonra kendisini istemeye gelen ilk adamla, ötesine berisine bakmadan evlenecektir. Genç kızın bu ilginç yeminini haber alan kasaba okulunun topal hademesi Mehmet (Fırat Tanış), onu yakınlarından istemek üzere hemen köye doğru yola koyulur. Aile üyeleri, topallığı yüzünden o güne kadar hiç kimsenin kızını vermediği bu yoksul, ancak son derece dürüst ve duygusal damat adayını karşılarında görünce ne yapacaklarını şaşırırlar. Fakat, Dilber'in inadı inattır ve o bu izdivaca peşinen onay vermiştir. “Dilber'in Sekiz Günü”, senarist ve yönetmen Cemal Şan'ın 2005'den bu yana üzerinde çalıştığı “akıl, kalp ve ruh” temalı “aşk üçlemesi”nin üçüncü ve son halkasını oluşturmakta… Böylelikle Şan, “Ali'nin Sekiz Günü” (akıl) başlayıp “Zeynep'in Sekiz Günü” (kalp) ile ilerleyen üçlemede “ruh” üzerine son sözlerini de bu yapıtıyla söylemiş oldu. Çekimleri Mardin'in Nusaybin ilçesinde gerçekleştirilen “Dilber'in Sekiz Günü”, Güneydoğu'nun fakir bir köyünde annesi, babası ve kardeşleriyle yaşayan baş kahramanı üzerinden Türkiye'nin bu bölgesini hem kadınlar hem de erkekler için kocaman bir hapishaneye çevirmiş durumdaki “Kürt feodal gelenekleri”ni eleştirel bir gözle ele alıyor. Film, duygusal finali itibarıyla da Türk sinemasının ölümsüz klasiklerinden “Selvi Boylum, Al Yazmalım”a bir tür saygı duruşu niteliğinde… 26.04.2009 |
Cemal Şan imzalı 'üçgen'in bir ucu
Cemal Şan, sinema serüvenine inatla devam ediyor. Seyirciden ve eleştirmenlerden beklediği ve hak ettiği ilgiyi görmese de... Yıllar önce bir Ankara şenliğinde görüp bayıldığım Ali filmi gösterime bile girmeden ortadan kaybolmuştu. Geçen Zeynep'in Sekiz Günü'nü ise benden başka hemen kimse önemsemedi, üzerine yazmadı. O yüzden Cemal bana, sağolsun, "Siz olmasanız devam edemezdim," deyip durur! Umuyorum ki sinema tarihi beni haklı çıkaracaktır. Bir üçlemenin son iki halkası olan Ali'nin Sekiz Günü ve Dilber'in Sekiz Günü'nü art arda çeken Şan'ın üçlemenin belki en iyisi olan filmi, bu hafta sinemalarda, çok sınırlı bir gösterimle sunuluyor. (Ali de yakında oynayacak). Umarım sinemamızı sevip izleyenler bu hakkı yenmiş yönetmeni tanıma fırsatını bu kez kaçırmazlar. Film, aşk teması çevresinde dönen ve her biri gerçekten de sekiz gün içinde geçen üç öykünün çekim sırasına göre sonuncusu (Şan bir söyleşisinde filmleri de, çok iyi hazırlanmış çekim senaryoları ve minimalist anlatımları sayesinde sekizer günde çektiğini söylüyor, ama ben bunun gerçek mi, fantezi mi olduğunu bilmiyorum). Filmin kırsal kesimden kahramanı Dilber, çevredeki bir arazi sahibinin oğluyla aşk yaşayan yoksul bir genç kız. Ama oğlanın babası istemiyor ve evlilik suya düşüyor. Ne var ki Dilber, eski Türk filmlerindeki gibi kötü talihine hemen teslim olacak bir kadın değil. Köy halkı önünde oğlanı ve babasını hakaretlere boğuyor ve de kendisini isteyen ilk erkeğe varacağına yemin ediyor. Kısa süre sonra, topal ve içine kapanık bir genç kapısına dikiliyor. O da sözünden dönmüyor ve zoraki bir evlilik başlıyor. Hikâye güzel, çeşitli açılımlara gebe. Şan, tüm filmleri gibi sade yaşamların gerçek dramlarından esinlenen bu hikâyenin sayılı kişilerine güçlü biçimde hayat veriyor, dramlarına bizi ortak kılıyor. Kırsal kesimde olduğu gibi, İstanbul'un köşe-bucağında da geçebilecek hikâyeyi evrensel bir boyuta taşımayı başarıyor. Ana tema, bir yerde sanki Cengiz Aytmatov'a yaklaşıyor: Aşkın kavuruculuğu geçicidir, oysa aşkla başlamasa da, bir beraberlik farklı yönlere kayabilir. Üstelik asıl sevgili olan vefasız ağa oğlunun bir noktada geri dönmesi, olayı gerçekten de bir Selvi Boylum Al Yazmalım boyutuna getiriyor. Oyuncular çok iyi. Gerek son Ankara, Bursa ve Erzurum festivallerinde en iyi oyuncu seçilen genç yıldız Nesrin Cevadzade, gerekse bu ödülü Bursa'da kazanan Fırat Tanış çok iyiler. Temelde ülkemizdeki kadın sorunsalına dayanan bu dram, sade ama doğru ve keskin çizgili anlatımıyla son dönemin iyi filmlerinden biri. DİLBER'İN SEKİZ GÜNÜ * * * Yönetim ve senaryo: Cemal Şan/ Görüntü: Cengiz Uzun/ Müzik: Nail Yurtsever/ Oyuncular: Nesrin Cevadzade, Fırat Tanış, Osman Akça, Necmettin Çobanoğlu, Macit Sonkan, Ahmet Saraçoğlu, Mustafa Üstündağ/ Şan Film yapımı.Atilla Dorsay Sabah |
Okur ve Yazar İletişiminde Son 10 Yılın En Ciddi Sorunu
Bugüne kadar bu sitede yayımlanan yazılarıyla, kendi adıma pek çok yeni şey öğrenmemi, bu arada da bildiğimi sandığım kimi şeyler üzerine yeniden düşünmemi sağlamış olan değerli meslektaşım (kabûl ederse bir parçacık da dostum) Ali Ulvi Uyanık Bey, bir kez daha can yakıcı bir konuya temas etmiş bulunuyor. Onun bu yazı kapsamında tam olarak ne demek istediğini, neye gücendiğini, kimi ve kimleri eleştirdiğini, muhtemelen bu ülkede en iyi anlayabilecek 5-10 kişiden biri olduğumu sanıyorum. Çünkü, geçmişte gerek sinema, gerek müzik, gerek politika, gerekse hayatın herhangi bir cephesine ilişkin pek çok yazımdan sonra, bahse konu olan internet kovuklarında yaşayan bazı sefil yaratıklar tarafından, insan muhayyilesinin alabileceği en iğrenç, en aşağılık ifadelerle taciz edilmiş, hakarete uğramış ve en temel kişilik haklarına saldırılarda bulunulmuş bir medya mensubuyum ben… Sebebi mi? Sebebi çok basit… Birilerinin hayata bakış açısına ters gelen yazılar yazmam ya da haberler hazırlamam… İnternet aleminin "humanoid"lerine göre, birine yakası açılmadık küfürler ve en aşağılayıcı ifadeler eşliğinde hakaret etmek için fazlasıyla yeterli bir nedendir bu… Ali Ulvi Bey'in de vurguladığı gibi, biz sinema yazarları, kamunun incelemesine açık bir alanda, gerçek kimliğimiz ve fotoğraflarımız eşliğinde mesleki bir bilgi satıyoruz. Üstelik her satırımız da yasaların sürekli denetimi altında. Herhangi bir hak ihlâli ya da saygısızlığımızda kanunun bizi bulması ve yakamıza yapışması en fazla saatlere bakar. Haksızsak bu hatamızı yargılanarak ve tazminata mahkûm edilerek öderiz. Üstüne üstlük bizlere aynı köşede bir de tekzip yayımlatırlar. Oysa, 1990′ların ortalarından itibaren Türk internetinin bütünüyle denetimsiz dünyasında âdeta bir amip gibi türeyen son derece acayip, asosyal bir insan kuşağı, kendini her türlü ahlâkî ve hukukî sınırın dışında kabûl ederek, "hoşuna gitmeyene gönlünce saydırma" üzerine kurulu psikopatça bir hayat tarzı inşa etmiş durumda. Bu tür hastalıklı tiplere göre, bir nickname kullanılan her site, başka insanlara ve onların görüşlerine pervasızca hakaret etme hakkı verir. Birileri yazıları, görüşleri ya da konuşmalarıyla canınızı mı sıktı? Başlarsanız onun hakkında aklınıza gelen her türlü aşağılama sıfatını ardı ardına dizmeye… Sözgelimi ben, yazılarından dolayı şimdiye kadar yalnızca Ekşi Sözlük'te bile, "yazarımsı"dan "insanımsı"ya, "insan müsveddesi"nden "sinema çiziktiricisi"ne kadar uzanan çok geniş bir yelpazede, muhtelif çap ve markalarda yüzlerce hakarete maruz kalmış bir gazeteciyim. Siz, kamuoyu önünde, görüşleriniz birilerinin hoşuna gitsin ya da gitmesin, o görüşlerinizin hukukî ve ahlakî sorumluluğunu peşinen üstlenerek, gerçek adınız ve sanınızla çıkıyorsunuz. Eviniz belli, telefonunuz belli, gerektiğinde haczedilmek için maaş bordronuz belli… Fakat, sizi bir nedenle sevmeyen, sizden nefret eden ve nefret etmeyi de spor haline getiren, memleketin ya da dünyanın herhangi bir yerindeki biri, beş dakikada aldığı bir üyelik ve bir nickname'in ardına sığınarak, kamunun takibine açık bir sitede size aklına gelen herşeyi saydırıyor. Ne asgari bir nezaket duygusu, ne de hukukî bir sorumluluk hissetmeksizin… Oysa, Türkiye Cumhuriyeti'nde, bu tür "dangalak"ların yüzde 90′ının henüz daha bir tek satırını dahi okumadığı, okumadığı için de bilmediği bir "Basın Yasası" var. Ve internet de uzun süreden bu yana bir basın mecraı olarak kabûl ediliyor. Yani, benim gazetemdeki köşemde herhangi bir vatandaş için "sefil herif" yazmamın hukukî sonuçları her ne ise, "nick name"lerin ardına sığınarak efelik taslayan bir internet ucubesinin böyle bir konudaki yasal sorumluluğu ve yapılacak takibat sonucunda muhatap olacağı hukukî ceza da aynı… Ancak, günlük yaşantısının yüzde 90′ını ekran başında geçiren ve gerçek hayatta deşarj edemediği saldırgan duygularını, muhalif olduğu kişilere yüzyüze iletmeye maçasının asla yemeyeceği duygu ve düşüncelerini nickler üzerinden internette ifade etmeyi alışkanlık haline getirmiş kimi psikopatlar, sanal âlemde (bile) artık böyle bir kara düzen olmadığını henüz bilmiyorlar. Bilmedikleri için de son iki yıl içinde avukatımın yasal girişimleri ve gönderdiğim ihtarnamelerle böylelerinin pek çoğunu büyük bir keyifle paniğe sürüklüyorum. Bu tür saldırganlık ve tacizlerin en yoğun yaşandığı adres olan Ekşi Sözlük'te, şimdiye kadar hiç sildirmediysem, hakkımda 15-20 dolayındaki küstah, terbiyesiz ve doğrudan hakaret içeren ifadeyi sildirmişimdir. Saldırganlıkta ölçü tanımayan, ayarını iyice kaybedip diğerlerinden çok daha ileri gitmiş bir internet soytarısıyla da halen Bakırköy Sulh Ceza Mahkemesi'ndeki davamız sürüyor. İnternetin her köşesini bir veba gibi kaplayan bu düzeysiz üslûp sorunuyla mücadele etmede o kadar kararlıyım ki ya ben bunların en sivrilerini tek tek buldurup tazminata mahkûm ettireceğim, ya da bu mesleği tümden bırakıp yakınlardaki bir köye çiftçilik yapmaya gideceğim. Daha, hayatı boyunca günlük bir gazeteye 40 kuruş vererek düzenli gazete satın alma alışkanlığı kazanamamış; sinema, müzik, günlük gazete… akla gelebilecek her türlü kültürel gıdasının teminini internet beleşçiliği ve korsan yayın üzerine kurmuş olan bu tiplerin kafasının basmadığı bir durum var: Bir gazeteci ya da yazar, lunaparkta boş boş gezinenlerin suratına rahatça pasta fırlatabilecekleri bir soytarı değildir. Para bile ödemediğiniz bir yayını internet üzerinden beleşe takip edip, orada okuduğunuz bir yazarın yazısına ilişkin olarak ilk bulduğunuz sanal boşlukta "nick name"lerle istifra edemezsiniz. Yazarlar size böyle bir rahatlama hizmetini vermek için değil, çalıştıkları kurumda profesyonelce görev yaptıkları ve bilgi birikimlerini kitlelerle paylaştıkları için maaş alıyorlar. Muhalefet etmenin, görüş bildirmenin, karşı olmanın ve eleştirmenin de evrensel bir edebi vardır. Babanıza söylemeye korktuğunuz bir sözü, yazısını okuduğunuz bir yazara da söylemeyeceksiniz. Ha, beni ırgalamaz, ben söylerim diyorsanız, o durumda bunun yasal karşılıklarına da katlanacaksınız. İnsanı, diğer pek çok meslek grubundan daha erken yaşlandıran ve sinirlerini harap eden bir sektörün mensupları olarak, ne ben, ne de diğer meslektaşlarım hiç bir klâvye delikanlısının geceyarısı mayhoşluğu içinde yazdığı, serbest atış şeklinde ardı ardına dizilmiş hakaretlerini sineye çekmek mecburiyetinde değiliz. Gazeteci olmak, hiç birimize böyle bir sorumluluk yüklemiyor. Ciddi bir fikir tartışmasına girmek ayrı birşey, daha hayatında bir şehirden diğerine gitmemiş, ama yaptığı bilgelik tafralarına baktığınızda evrenin sırrını çözdüğünü sandığınız bir yeniyetmenin küstahlıklarıyla karşılaşmak apayrı birşey… Benim bugüne kadar muhatap olduğum internet saldırganları, yazdıklarına sahip çıkma noktasında bile o kadar tırsıktılar ki, pek çoğu (gün olup yaşacaklarını hiç düşünmedikleri) yüzyüze karşılaşmalarımızda, ya da kendilerine sürpriz telefonlarla ansızın ulaştığımda, "Aman ağabeyim, canım ağabeyim, o an ne yaptığımı düşünemedim, affet ağabeyim, hemen o kötü entrylerimi silicem" edebiyatına sığındılar. Gece yarısı ikide klâvyenin başında yalnız başınayken başka, günışığında muhatabıyla karşılaşınca ise bambaşka bir ruh halinin tezahürü olan bu ikircilik hal de iki kat daha fazla sinirlenmeme neden oluyor doğal olarak… Yukarıdaki sevimsiz bilgilerin ışığında sevgili meslektaşımıza ısrarlı tavsiyem şudur: İnternet saldırganlığına kesinlikle boyun eğmeyiniz. Ülkemizde, gerek Ekşi Sözlük, gerekse diğer forum ve toplu paylaşım siteleriyle ilgili olarak son yıllarda gayet düzgün işlemeye başlamış bir hukuksal mevzuat var. Aleyhinize medeni eleştiri sınırlarını aşan hakaretamiz bir metin yayınlamışlarsa, UYARDIĞINIZDA BUNU SİLMEYE MECBURDURLAR. Silmiyorlarsa mutlaka hukuk yoluna başvurun ve ihtarnamenizi gönderin. Çünkü başka türlü, kuralsız bir cangılı andıran Türk interneti asla düzelemeyecek, medeni bir tartışma platformuna dönüşemeyecektir. Saygılarımla, (26 Nisan 2009) Ali Murat Güven |
25 Nisan 2009 Cumartesi
Rahat Yaşamak için Faize Hücum
Bir filmi sevmek; insanın onda kendine ait bir şeyler bulmasıyla, filmi kendi yaşam evreniyle özdeşleştirmesiyle mümkündür ancak. Bu, bir filmin bütün ayrıntılarını öz yaşamımıza entegre etmek yoluyla sağlanacak bir özdeşleştirme değildir ama. Daha çok bazı diyaloglardan, kimi oyuncuların frapan tarzlarından ya da zavallılığından, çaresizliğinden etkilenmekle sağlanabilecek bir özdeşim de olabilir. Zeki Ökten’in 1982 yapımı dram türü filmi Faize Hücum da salt bu nedenlerden ötürü sevilecek sıcak bir film… Hem bize oldukça yakın hem bize uzak… Belki orta sınıfın dramını göstermek kaygısıyla yola çıkmış bir film değil ama dolaylı da olsa orta sınıfı merkeze alan bir film. Sanırım, bir filmi izleyici için önemli kılan da filmin izleyici üzerinde bıraktığı etkiden çok “düşündürücü” kimi yönlerinin olmasıdır. Neydi filmin düşündürücü yönleri, ya da filmi unutulmaz kılan? Rahata ermek ya da rahat etmek hemen her insanın aklından geçen bir istek, bazen bu istek depreşiverir de olmadık işler açar başımıza. Kimi şans oyunları ile talih kuşunu yakalamaya çalışır kimi yaptığı/yapacağı işlere daha fazla zaman ayırarak yapmaya çalışır bunu. Her iki durumda da ıskaladığımız, yaşamayı unuttuğumuz güzellikler durur kârşımızda. Aslında; rahata ermek, yıllarca çalıştıktan, 8-5 mesai yaptıktan sonra devlet memuru olan yurttaşımızın en temel hakkıdır. İşte; emekli olmuş, ikramiyesini almış, rahat yüzü görmek isteyen memurumuzun öyküsünü anlatıyor tam da bu film. Yani, çok fazla bir şey istememektedir hayattan emekli memur Kamil Bey. Belki, toplu aldığı para ile –emekli ikramiyesi- küçük bir kâr sağlayabileceği bir iş yapabilirse ne alâ… Yoksa, emekli maaşı ile iki çocuklu bir aileye bakmak kolay bir iş değildir, hele hele bir de 1980’li yılların zam üstüne zam yapılan demlerindeyseniz… Bu arada eşi hapse giren büyük kızı da küçük kızının elinden tutup babasının evine gelir, oldu mu aile üç çocuk, bir torun iki kocamış hayat… Darbe sonrası yıllar, her şey ateş pahası… Kamil Bey (Genco Erkal) emekli ikramiyesini, üç aylık maaşını ve sattığı baba yadigarı evden gelen parayı birleştirip o günlerde bir furya olan bankerlere teslim eder, sağda solda sıkça duyduğu, televizyonlarda reklamların eksik olmadığı bu bankerlik kurumu ona pek kârlı bir işmiş gibi gelir. Zaten çevresinden birkaç eş dostun da “iyidir” demesi, bankere verilen paradan gelen faizin çokluğu iştahı kabartmaktadır. Komşularından birinin bankere yatırdığı paradan düzenli olarak faiz gelirini alması, hatta arabasını yenilemesi de onu bankere gitmeye bir nevi “zorunlu” kılar. Kolay yoldan para kazanmanın adı olmuştur bankerlik… Devlet tarafından yasal hâle getirilmesi insanların güvenerek para yatırmasına da zemin hazırlar. Filme Faize Hücum adının seçilmesinin gayet normal olduğunu görüyoruz; çünkü insanlarda ciddi bir rağbet vardır bankerlere. Kamil Bey önce müstakil evinden apartman dairesine geçer. Yaşam tarzını değiştirir; mobilyalar yenilenir, yeni elbiseler almayı da ihmal etmezler. Artık faizden gelecek para vardır ve yarını düşünmeye gerek kalmamıştır. Gerçi bankerlerin kaçtığı haberi kulağına geliyordur, ama o gidip de bankerin kapı gibi durduğunu görünce rahatlar. Ancak bir sabah bankerlerin kaçtığı haberleri ile sarsılır bütün bir aile. Onca para, onca gelecek ve onca yaşam… Apar topar bankerlik bürosuna gider, bir yığın insan, hepsi çaresiz, hepsi parasını geri alabilmenin telaşında. Sonuçsuz bir bekleyiş, tükenen umutlar. Kamil Beyin yüzündeki müthiş ifade: Donuk, tek hareket yok, yangın enkazı altından çıkârtılmış gibi… İnsanın hüznüne, çaresizliğe tanık oluruz o sahnelerde. Faize Hücum daha ilk sahnelerinden itibaren sıcak bir öykü anlatacağının izlenimlerini veriyor, ama bu sıcak öykünün drama mani olmadığının da altını çizerek yapıyor bunu. Mesela film sokaklardaki insanlara, duvarlardaki afişlere odaklanarak başlar. Hayatın orta yerinden manzaralarla devam eder: Pazarda zil çalan ve etek giyerek malını satmaya çalışan esnaf, satıcılarla müşteriler arasında geçen kimi diyaloglar, bu pateni pistinden görüntüler, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndaki sıkıntılı bekleyiş, iş için müracaat eden tuhaf kadın… Bazen gerçeği tüm katılığı ile sergilerken ölçüyü tutturamayıp sunduğu “memleketimden insan manzaraları”nın çok üstünde, hatta tepesinde durduğunu söyler gibi olsa da tüm bu insanlar yakındır bize. Yaşamın kılcallarında onlar vardır çünkü. Zeki Ökten bir bakıma 1980’li yıllarda bir fırtına olup parası olan insanları sarsan, dağıtan bu bankerlik olayını eleştirmeni yollarını aramış, ama Kamil Beyin batan parasının ardından onun da yok oluş sürecine girdiği gibi bir çıkârsama bulunması pek de mutlu etmiyor izleyiciyi. Tamam, izleyicinin mutlu olması için değildir filmler; ama bunalıma girmek, hayattan kopup katatonik yaşama saplanmak da kabul edilir değildir. Nasıl olsa emekli maaşını almaya devam edecektir, büyük kızı bir işte çalışmaya başlamıştır ve elbetteki hayat devam ediyordur. Düştüğü yerden kalkacak bir Kamil Bey bırakmalıydı geriye Ökten. Bankerlik bürosuna hücum eden insanlar batan paralarını geri alamaz; ama ne kurtarsak kârdır hesabı kimi telefon, kimi komidin, kimi sandalyeyi kapar gider. Kamil Bey mi? Büronun kapılarından birini sökmüştür, kaldırımda, kalabalık arasında sırtında bir kapı ile evin yolunu tutmuştur. İçiniz burkulur bu duruma… Çalışmak gibisi, alnının teri, bileğinin hakkı gibisi var mı, dese onu tanıyan biri… Ne der acaba Kamil Bey? Yılmaz Yılmaz |
"Pandora'nın Kutusu" açılacak
Yeşim Ustaoğlu'nun "Pandora'nın Kutusu" filmi, kısa bir süre içinde İspanya'da gösterime girdikten sonra Latin Amerika'da da gösterilecek. Yaklaşık 7 ay önce İspanya'nın kuzeyindeki San Sebastian kentinde düzenlenen uluslararası film festivalinde en iyi film ödülü olan "Altın İstiridye"yi "Pandora'nın Kutusu" filmiyle kazanan Yeşim Ustaoğlu, konuk olarak katıldığı 7. İnsan Hakları ve Sinema Festivali için yine San Sebastian'a geldi. İspanyol basınına açıklamalarda bulunan Ustaoğlu, filminin Latin Amerika'da gösterilecek olmasından dolayı çok memnun olduğunu, "oralara ulaşmayı beklemediğini" söyledi. Alzheimer hastası olan annelerini arayan 3 kardeşin geçmişteki sorunlarının yeniden belirmesi ve sırların ortaya çıkmasını konu eden "Pandora'nın Kutusu" filmiyle "insanların bir aynaya bakıp düşünmelerini ve hayatın nereye gittiğini gözden geçirmelerini" hedeflediğini ifade eden Ustaoğlu, "Bu modern hayatta her geçen gün çok daha fazla şeyi küçümsüyoruz. Saygıyı, anlayışı, küçükleri ve büyükleri korumayı unutuyoruz. Çünkü çok fazla sorunla boğuşuyoruz" değerlendirmesinde bulundu. Ustaoğlu, filmlerinde büyük konuları değil, hayatta önemli olan küçük şeyleri ele aldığını anlattı ve ipucu vermediği yeni filminin senaryo çalışmalarını tamamladığını söyledi. 23.04.2009 hurhaber.com |
Diyarbakır Uluslararası Film Günleri
4. Diyarbakır uluslar arası film günleri 15-16-17 Mayıs 2009 tarihleri arasında Diyarbakır Sanat Merkezinde yapılacak. Sinema, 1997 yılında 100. yılını kutlarken ardında güçlü bir teknik ve sanatsal birikim de bırakmaktaydı. Bir kafede, şaşkın gözlerle duvara yansıyan hareketli resimleri izleyenlerin heyecanı tüm dünyaya, devasa salonlara yayıldı ama o heyecan hiç bitmedi. Bir yanda tekniğin -ki başta kameranın- ucuzlaması, yaygınlaşması; diğer yanda internet sayesinde bilginin kolay ulaşılabilir hale gelmesi sonucunda işin mutfağına girmek, film yapmak isteyenleri de cesaretlendirdi. Sinemanın sadece endüstriyel bir tüketim hazzı olmaktan öte sanatsal anlamda kendini ifade etmenin önemli bir aracı olduğunu gösterdi. Bugün dünyada yılda 10.000 film üretildiği tahmin ediliyor. Diyarbakır Film Günleri tüm bu potansiyelin ortaya çıkardığı bir ihtiyaçtır. Başlangıçta amacı; bölgedeki sinemacıları bir araya getirmek, onların ürünlerini sergilemelerini, tanışmalarını sağlamak, ileride oluşabilecek alışverişlerin önünü açabilmek olan “Diyarbakır Film Günleri”; sanatı, büyük kentlere bağımlı olmadan da üretebilmek, kenti bir sinema merkezi haline getirebilmenin olanaklarını aramak için yola çıktı. Bu amaçla ilki 15-17 Haziran 2007 tarihleri arasında gerçekleşen, Diyarbakır ve çevre iller ile yurtdışından toplam 52 filmin gösteriminin yapıldığı film günlerinde yurtdışından da filmlerin gelmesi üzerine bu buluşma daha geniş bir alana yayıldı. 9 -11 Mayıs 2008 tarihleri arasında ikincisi gerçekleştirilen film günlerini (I. Diyarbakır Film Günleri de dahil) yaklaşık 4500 kişi takip etti. Diyarbakır ile Türkiye'nin diğer illerinden yönetmenlerin çektiği filmlerin yanısıra yurtdışından (İran, Suriye vb.) filmlerin gösteriminin yapıldığı etkinliklerde, yönetmenlerin sinemaseverlerle biraraya geldiği söyleşiler ve sinema atölyeleri de gerçekleştirildi. Deneyim ve bilgi paylaşımı yolu ile sinema eksenli buluşmaların gerçekleştirildiği etkinliklerde sinemaseverler yeni çekilen filmleri de izleme olanağı bulurken gerçekleştirilen sinema odaklı atölyelerde uygulamalı çalışmalar yapma imkanı da yakaladılar. Sinemaseverlerin ilgiyle takip ettiği III. Diyarbakır Uluslararası Film Günleri bu yıl 15 -17 Mayıs 2009 tarihleri arasında Diyarbakır Sanat Merkezi'nde gerçekleştirilecek. Sinemaya gönül veren herkesi bu önemli buluşmaya bekliyoruz. Katılım Koşulları: Gösterilmesini istediğiniz uzun metrajlı filmlerinizin yanısıra kısa ve belgesel filmlerinizin Türkçe ise altyazısız, Türkçe'nin dışındaki dillerde ise Türkçe altyazılı olması gerekmektedir. Yönetmenlerin bir adet özgeçmişleri ile beraber filmlerini 1 adet DVD kopya halinde Diyarbakır Sanat Merkezi adresine (Elazığ Cad. Diyar Galeria Alışveriş Merkezi No: 9 Dağkapı / Diyarbakır ), Gülsen Odabaşı adına en geç 5 Mayıs 2009'a kadar ulaştırmaları gerekmektedir. Davetlilerin dışında, Diyarbakır dışından katılımcıların ulaşım, konaklama vb. giderleri kendileri tarafından karşılanacaktır. |
"Onlar İslâm'ı Babalarından Öğrenmediler"
Bu sloganı hatırlayacaksınız. Gazetemiz Yeni Şafak'ın reklâm kampanyasının etkileyici sloganıydı. Radyo ve televizyonlarda yayınlandı. Gazetemizin promosyon olarak verdiği Muhammed Esed'in "Kur'an Mesajı" isimli kitabının tanıtım sloganıydı. Gazetemizin basındaki psikolojik sınırı aşmasına zemin hazırlayan bu etkileyici reklâmın hazırlayıcısı aslında içimizden biriydi. Gazetemizin patronuna onu ben tavsiye etmiştim. 1999'dan 2007'ye kadar, Yeni şafak gazetesinin okurlarına kültür hizmeti olarak sunduğu armağan kitaplara ilişkin olarak ardı ardına pek çok reklâm kampanyası gerçekleştirdi. Bana göre hayli genç fakat benden daha yetenekli olduğunu itiraftan kaçınmayacağım bu değeri, bundan 19 yıl önce haftalık Yörünge dergisini yayınlamaya başladığımda tanıdım. Dergiyi ziyarete geldiğinde henüz 24 yaşında bir gençti ama kısa sohbetimizden sonra ondaki madeni keşfetmiş ve tereddütsüz dergide çalışması için teklifte bulunmuştum. Kabul etmedi. Birkaç ay sonra tekrar geldi ve teklifimin devam edip etmediğini sordu. Hemen işe başlattım. Onun gibi gözlerindeki pırıltıyı yakaladığım çok sayıda gencin basına kazandırılmasında sorumluluk üstlenmekten çekinmedim. Benim yurt içinde ve yurt dışında yaptığım çalışmalar sırasında dergiyi başarıyla yöneten bu değerli gazeteci-yazar, birçok gazete, dergi ve televizyon programında fevkalade başarılı projelere imza attı. Yeni Şafak gazetesinin kuruluş dönemindeki ilk istihbarat şefi de oydu. Büyük rating toplayan çok sayıda tv programının editörlüğünü ve metin yazarlığını yaptı. Özel haber muhabirliği döneminde gazetemizde ardı ardına yayımlanan, "dinî hurafeler"e ilişkin haberleri kamuoyunda büyük bir ilgiyle karşılandı. "Kaptan Cousteau'nun Müslüman olması", "Astronot Neil Armstrong'un Ay yolculuğunda ezan sesi duyması", "İnternet âlemini birbirine katan cin fotoğrafı" ve "Firavunun secde eder vaziyetteki mumyası" gibi, yıllar içinde anlatıla anlatıla inançlı insanların arasında genel kabul görür hale gelmiş çeşitli yalan-dolanları ve buna benzer asılsız hikayeleri delilleriyle birlikte kamuoyuna deşifre ettiği bu gibi "uyandırıcı" haberlerden sonra, medya çevrelerinde "efsane avcısı" lâkabıyla anılmaya başlandı. 2005 Kasım'ından itibaren de sinema editörü ve köşe yazarı olarak hizmet vermeye başladı. İltifat olsun diye söylemiyorum bir gerçeği hatırlatmak için söylüyorum, Türk basınının en kişilikli sinema sayfası onun hazırladığı "Yeni Şafak-Sinema" sayfasıdır. Yeni Şafak yönetimini de bunun için kutluyorum. İlk dönemlerde bu sayfa, sinema haberciliğinde ve yazarlığında yıllar yılı tek tip bir dile, tek tip bir tavra alışmış bulunan sol kesimleri müthiş rahatsız etti. Ancak, onun "meslekî ikbal"i değil gençliğin ruh sağlığını ve maneviyatını gözeten bu tutumu, zamanla mesleki çevrelerde saygı görmeye başladı ve kendisini çok yakından takip eden önemli bir okuyucu kitlesi oluşturdu. Böylelikle, ilk dönemlerde onu düşmanca bir tutumla karşılayan sinema sektörü de zaman içinde kendisinin sinema yazarlığı dünyasındaki ciddiyetini ve ağırlığını kabul etmek zorunda kaldı. Bir süre devam eden dışlama ve aforozdan sonra bileği öyle kolay bükülemeyeceği anlaşılarak, her türlü mesleki organizasyona davet edilir ve katılır oldu. Sadece bir örnek, 2005'den bu yana 20 dolayında film festivaline jüri üyesi olarak davet edildi. Amacı da kendi ifadesiyle "Anadolu'nun derinliklerinden kopup gelecek yeni bir Müslüman sinemacılar kuşağının yetişmesine katkıda bulunmak…" En büyük hayali ise Türk sinemasına 80 yıldır egemen olan tek boyutlu bakış açısı ve çarpık zihniyetin alttan gelen bu inançlı sinemacı dalgasıyla kırılarak, karşısında hayata farklı bir perspektiften bakan yetenekli bir kuşak bulması. Özelliklerinden çok kısa bir bölümünü anlattığım, gazeteci, köşe yazarı, sinema tarihçisi, kısa film, reklâm ve belgesel yönetmeni, reklâm metin yazar ve gazetemizin sinema sayfası editörü Ali Murat Güven'dir. Birkaç haftadır gazetede yazılarına rastlayamadığım Ali Murat meğer ciddi bir ameliyat geçirmiş. Böylesi önemli bir sağlık sorununda yanında olamadığım için ona geçmiş olsun demenin en iyi yolu budur diye düşündüm. Mütedeyyin camianın eşine ender rastlanan değerlerinden biri olan Ali Murat'a tekrar geçmiş olun diyor, acil şifa sağlık ve afiyet diliyorum. Hani son yazımda insanları hayatlarındayken takdir etmek lazım demiştim ya bu yazı işte o kabilden olsun. Resul Tosun |
Oyunculardan öğrencilere destek
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon-Sinema bölümü son sınıf öğrencilerinin Sözlü Tarih filmleri, 5-8 Mayıs tarihleri arasında gösterilecek. Öğrencilere destek ise deneyimli oyunculardan geldi. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon-Sinema bölümü son sınıf öğrencilerinin ‘Sözlü Tarih’ filmleri, 5-8 Mayıs tarihleri arasında Nişantaşı kampusü Prof.Dr. Erdal İnönü Bilim ve Kültür Merkezi’nde gösteriliyor. İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Mehmet Yayınoğlu’nun yürüttüğü ders kapsamında gerçekleştirilen filmlerin gösterimi ilk gün saat 14.00’te başlayacak. Yer: Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampusü, Etkinliğe katılan önemli isimler: Erol Günaydın Çolpan İlhan Cumhur Bedii Sayın (Türkiye’nin son akerdeon ustası) Abdullah Gürek (Türk sinema sektöründe 40 yıldan fazla çalışmış bir kameraman) İllüstrasyon ustası Osman Kehri Alibey Kudar |
Ödüllü kısa film '15 Dakika', DVD formatında satışa sunuldu
Başrollerinde genç kuşak oyuncular Taylan Güner ve Müge Uyar'ın yer aldıkları, “anlatıcı ses”liğini ise Türk sinema ve tiyatrosunun büyük ustası Erol Günaydın'ın üstlendiği “15 Dakika”, birbirleriyle insanî iletişimleri kopma noktasına gelmiş genç bir çiftin hayatlarından çeyrek saatlik bir kesit üzerine kurulu…
Genç kuşağın başarılı sinemacılarından İlker Emon'un “15 dakika” adlı kısa filmi, geçtiğimiz günlerde DVD formatında piyasaya sürüldü. 2000'li yıllarda pek çok kısa ve uzun metrajlı filmde asistan olarak görev yapan Emon, 2008'den itibaren de kendi öykülerini çekmeye başladı ve geçen yıl ardarda iki çalışma gerçekleştirdi. Sanatçı, ilk kısa filmi “Papatya”nın Boston Film Festivali'ne kabul edilip finale kalmasının ardından, ikinci yapıtı “15 Dakika” ile de geçen sonbaharda Konya Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği “Mevlânâ'dan Hikayeler” konulu yarışmada “büyük ödül”ü kazanmıştı. Ki söz konusu filmin, benim de jüri üyeleri arasında yer aldığım bu yarışmanın en dikkat çekici bir kaç finalistinden biri olduğunu özellikle belirtmeliyim.
Geçen hafta sizlere ayrıntılı olarak tanıttığım, “Sinemüslim” sitesi üyelerinin çektiği kısa filmlerden oluşan “Sinemüslimon” DVD'sinden sonra, bana bu konudaki diğer bir sürprizi de İlker Emon yaptı ve şık bir DVD'ye dönüştürdüğü ödüllü yapıtını adresime armağan olarak gönderdi. Daha önce de yarışma jürisindeyken izleyip çok sevdiğim bu filmi, son derece zarif ve özenli bir kapak tasarımı eşliğinde, profesyonel bir DVD formatında görmekten dolayı çok mutlu oldum. Çünkü, çağımızda başarılı bir film çekmek kadar, onu kitlelere profesyonelce tanıtıp pazarlamak da aynı düzeyde önem kazanmış durumda. Bu stratejik gerçeğin farkına daha yolun başında varmış gözüken sevgili İlker Emon'un, çalışmalarını tanıtma ve sunma yönündeki yüksek vizyonu da o açıdan ayrıca takdire değer…
Başrollerinde genç kuşak oyuncular Taylan Güner ve Müge Uyar'ın yer aldıkları, “anlatıcı ses”liğini ise Türk sinema ve tiyatrosunun büyük ustası Erol Günaydın'ın üstlendiği “15 Dakika”, birbirleriyle insanî iletişimleri kopma noktasına gelmiş genç bir çiftin hayatlarından çeyrek saatlik bir kesit üzerine kurulu. Yalnızca 15 dakika içinde, aşkın doğası, hayatın kısalığı ve bu kısacık hayatta yaşanan kırgınlıkların anlamsızlığına ilişkin olarak, ilhamını büyük Türk-İslâm düşünürü Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî'den aldığı etkileyici bir öykü anlatan “15 Dakika”yı 9.90 TL+kargo ücreti karşılığında, www.sahibinden.com sitesinden satın alabilirsiniz. Anılan sitede herhangi bir nedenle filmin satış sayfasına erişemeyen kısa film meraklılarına ise ilker@emon.tv Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir e-posta adresine, yani doğrudan doğruya yönetmene başvurmalarını öneriyorum.
Türkiye'de kısa film sanatı ve bu alanda ortaya konulan çabalara en az uzun metrajlı sinema sektöründeki gelişmeler kadar değer veren tek sinema sayfası konumundaki “Yeni Şafak-Sinema”, genç kuşak yönetmenlerimize inanç, ırk, siyasal görüş, mezhep ve meşrep farkı gözetmeksizin destek vermeyi sürdürecek. Yeter ki muhataplarımız bizleri sinema adına yapıp ettiklerinden düzenli olarak haberdar kılsınlar.
Kısa film yönetmeni İlker Emon ve çalışmalarıyla ilgili olarak sitemizde yayımlanan önceki haberler:
http://yenisafak.com.tr/Sinema/?t=15.06.2008&i=123040
http://yenisafak.com.tr/Sinema/?t=23.11.2008&i=151866
19.04.2009
ALİ MURAT GÜVEN
alimuratg@yahoo.com Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
Yeni Şafak
20 Nisan 2009 Pazartesi
"Mommo" İzmir'de görücüye çıktı
Yönetmenliğini Atalay Taşdiken'in yaptığı "Mommo-Kız kardeşim" filminin İzmir gösterimi yapıldı. Karşıyaka Spor Adamları Derneği tarafından Ege Sanat Merkezi'nde gerçekleştirilen gösterim öncesi, yönetmen Atalay Taşdiken gazetecilere açıklama yaptı. 18.04.2009 |
Türk Filmleri Festivali başladı
Avustralya'nın Melbourne kentinde ilk kez düzenlenen Türk Filmleri Festivali, Özcan Alper'in yönetmenliğini yaptığı "Sonbahar" adlı filmin gösterimiyle açıldı. Antalya Kültür Sanat Vakfı'ndan (AKSAV) yapılan yazılı açıklamaya göre, Melbourne Türk Filmleri Festivali, Türkiye'nin Canberra Büyükelçisi Murat Ersavcı'nın himayesinde ve Kültür ve Turizm Bakanlığının desteğiyle düzenlendi. 20.04.2009 |
Herkesi aynı duyguda birleştiren film
17 Nisan’da vizyona giren “Kız Kardeşim - Mommo” filmi, hem sinema yazarlarından hem de seyirciden çok olumlu eleştiriler aldı. Bakın film için kimler ne yazdı: Bir Anadolu öyküsünü anlatan film, farklı görüşten insanları çok benzer tepkilerle birleştirdi. Atalay Taşdiken’in senaryosunu yazıp yönettiği filmin müziklerini de Erkan Oğur yaptı. Yurtdışında da önemli ödüller alan film, izleyen herkeste derin izler bırakıyor. İşte filmle ilgili görüşlerden bazıları: “… Kız Kardeşim-Mommo, hem çocuklara hem de büyüklere hitap eden ve üstelik insanı yüreğinden yakalamasını bilen saf, duru ve şiir gibi bir seyirlik. Kaçırmayın. "BAĞIMSIZ SİNEMA TANIMI DİBİNE KADAR BU FİLMDE" Bir “ilk film” için yeterince doygun olan bu yapıtı, doğrusu ya çok sevdim. Kimbilir, belki bunda filmin sinemasal yetkinliği kadar, bilinçaltımda bir yerlerde yırtıcı bir kuş gibi duran ve her fırsatta yüreğime attığı pençelerle kendini hissettiren travmatik bir ruh hali, ‘babasına doyamamışlık’ duygusu da etkili olmuştur. Çünkü, filmin iki küçük kahramanının babalarını içten içe özleyip bir türlü kavuşamamaları gibi, benim hayatımda da –bambaşka gerekçelerle de olsa- benzer bir özlemle yanıp kavrulduğum uzunca bir dönem var. Türk sineması, ‘trajedi’yi büyük bir ustalıkla anlatmaya aday yeni bir yönetmen daha kazandı. İki çocuğun umuda bir türlü geçit vermeyen trajik hayatı üzerinden, çözülmeye yüz tutmuş aile bağları, yanı sıra da kardeşlikte dayanışma, sevgi ve fedakarlığın değeri gibi insani hallere ilişkin son derece güçlü sözler söyleyen ‘kız Kardeşim-Mommo’ yu özellikle çocuklarınızla birlikte izleyin.” “..Filmin en büyük başarısı, çocuklarına sahip çıkamayan baba, çaresizlik içindeki dede, birbirine tutunmaktan başka çareleri kalmayan kardeşler, onları yanına almaya çalışan Almanya’daki teyze ve köydeki diğer insanlarla birlikte tüm karakterler, hikayenin içinde bir yere oturuyor. Her birinin durumu, iyilik-kötülük gibi yargılamak yerine, anlaşılır kılınıyor, öyle anlatılıyor. Hikâyenin dramatik etkisini artırmak için karakterlerin duruşlarını abartmak, taşra havasının ağırlığını yoğunlaştırmak ya da seyircinin ilgisini sağlamak için taşrayı komiklik unsuruyla beyazperdeye taşımak, genel olarak taşra çeken yönetmenlerin bugüne kadar izlediği yol oldu. Taşdiken’in buna tenezzül etmemesi, güçlü bir sinema dili olan yeni bir yönetmenle tanışmanın heyecanını artırıyor…” "ZAMANI- MEKANI AŞARAK EVRENSELLİĞE ULAŞMIŞ" “Türk sinemasının iki yakın dönem filmi ‘Beş Vakit’ ve ‘Tatil Kitabı’, taşranın sıkıcılığında ve orada, zamanın geçmezliğinde bizi dolaştırmıştı. Atalay Taşdiken’in ‘Kız Kardeşim-Mommo’su ise bütün bu unsurlara yoksulluğu ve çaresizliği de ekliyor. Hem ‘Beş Vakit’in, hem de ‘Tatil Kitabı’nın kahramanlarının aileleriyle çatışmalarının altında, büyüme problemleri ve biraz da ebeveyne karşı kendi varoluşlarını ortaya koyma çabaları vardı. Yönetmen Taşdiken, son derece sakin, tane tane ilerleyen, görüntü anlamında da etkili ve temiz bir çalışma ortaya koymuş. Filmin güzelliği aslında öykünün ait olduğu topraklardaki insan ilişkileri ve bu ilişkilerin detaylarında. Çocuklar arasındaki ‘demokrasi’ de, komşu kadınların bakışlarında ve kendi aralarındaki konuşmalarda, kahvehane muhabbetlerinde vs. minik karakterlerin durumlarına ve geleceklerine ilişkin çok şeyi görmek ve çözmek mümkün. Film bu yanlarıyla çok gerçekçi ve de anlattığı hikaye itibariyle de doğrusu yürek parçalayıcı. “Atalay Taşdiken’in ilk filmi olan ‘Kız Kardeşim’ kelimenin tam manası ile bir ‘Türk filmi ‘ Orta Anadolu’da sıcağın cayır cayır kavurduğu bir köyde anneleri ölen (öksüz kalan), zayıf karakterli babaları dul bir kadınla evlenip evi terk eden, Ali ve Ayşe’nin inmeli bir dede yanında geçirdikleri zor günleri içimiz burkularak seyrediyoruz. “…Bir ilk film olmanın ötesinde sorgusuz sualsiz, karşılıksız, saf bir sevginin, kardeşliğin öyküsü… Atalay Taşdiken’in Berlin’de gösterilen, Nürnberg’de seyirci ödülünün yanı sıra En İyi Film ödülünü Ina Weisse’nin yönettiği Mimar filmiyle paylaşan Mommo, bir ilk film olmasına rağmen gerçekten iyi, başarılı bir yapım. İki kardeşin arasındaki sevgiyi, seyirciyle herhangi bir haşır neşirliğe el vermeden mesafeli bir biçimde anlatıyor, böyle bile olsa yine de dramatik, zira öyküsünü gerçek hayattan almış olması bile seyirciyi etkilemeye yetiyor.” “ 45 yaşındaki yönetmen, filmi bizzat tanık olduğu gerçek bir olaydan uyarlamış. Hikayenin devamını çekmek gibi bir düşüncesi ‘şimdilik’ yok. Senaryoyu yazarken içindeki sızının yeniden küllendiğini söyleyen Taşdiken, seyircinin duygularını sömürmekten kaçınan yalın bir anlatımıyla dikkat çekiyor.” “Berlin Film Festival’ini fetheden film nihayet Türkiye’de... İnsanoğlunun yer yüzü yuvarlağı üzerinde harcadığı sayılı gün içinde kimilerinin yaşadığı peri masalı, bir diğerinin trajedisi olabiliyor. Tıpkı 59. Berlin Film Festival’inin Generation yarışmasında gösterildikten sonra büyük bir ilgi patlaması yaratan, Nürnberg Film Festival’inde en iyi film ve Seyirci Ödüllerini alan ve bu gün Türkiye’de gösterime giren ‘Mommo-Kızkardeşim’ filmi gibi… Babalarının başka bir kadınla evlenerek dedelerinin yanına bıraktığı 11 yaşındaki Ahmet’le 7 yaşındaki Ayşe’nin yaşam mücadelesini yalın ve iç yakıcı bir şekilde anlatan ‘Mommo-Kızkardeşim’ yönetmen Atalay Taşdiken’in ilk uzun metrajlı filmi” “… Senaryosunuda yazdığı bu ilk sinema filmiyle karşımıza çıkan Atalay Taşdiken, onca yoksulluk ve kimsesizlik içindeki iki kardeşin dayanışma hallerini fazla dramatizasyona girmeden naif bir anlatımla sunuyor. Zaten filmin finali hariç ajitan yaratmaktan kaçınma endişesinin taktir edilecek tarafı var elbette…” “... Bir filmin değeri tabii ki ne kadar ağlattığıyla ölçülmemeli. Ama Kızkardeşim-Mommo’nun, izleyiciyi ağlatacak dokunaklılıkta bir hikaye anlatıp da bambaşka öncelikleri olan bir sinemasal eğiliminin izlerini taşıması ve arada da dengeyi tutturabilmesi kayda alınası bir özellik. Hikayenin bir ayağı karakterlerin başına gelecekleri umursamamızı, onların yanında olmamızı isteyen taraftaysa, diğer ayağı da taşra çıkışsızlığını uzun planlara, durağan tempoya tercüme eden tarzında… "ÇOĞU SİNEMA SALONU KARARSIZ" “…Atalay Taşdiken’in İlk uzun metrajlı filmi ‘Mommo’ yoksul, kimsesiz çocuk olma hallerini son derece duyarlı ve dokunaklı biçimde anlatıyor. Berlin Film Festivali’ne başvurmasıyla Generation K Plus bölümüne seçilmesi bir oldu! Bu yıl Türkiye’den tam |